13 Ekim 2014 Pazartesi

NEVZAT KÖSOĞLU

Şerafettin Yılmaz Dostu, Ülküdaşı ve Avukatı Olarak Merhum Nevzat Köseoğlu’nu Anlatıyor.
11 Ekim 2014 15:33   



"Önce Vatan Gazetesi yazarı Oğuz Çetinoğlu, Ölümü'nün 1. Yıldönümünde Büyük Türk Milliyetçisi ve Mütefekkir Nevzat Köseoğlu hakkında dostu, Ülküdaşı ve Avukatı Şerafettin Yılmaz'la sohbet etti. „



‘NEVZAT KÖSOĞLU; KANUNU OLMAYAN BİR YÖNETİME KARŞI DİK DURMUŞ, SÖZLERİ KANUN OLAN GÜÇ SAHİPLERİNE HESAP SORMUŞTUR.’  

Oğuz Çetinoğlu: 10 Ekim 2014, müşterek dostumuz Nevzat Kösoğlu’nun ebedî âleme intikalinin birinci yıldönümüdür. Rahmete vesile olur düşüncesiyle sizinle, Nevzat Kösoğlu’nu konuşmak istiyorum. Giriş mâhiyetinde genel bir değerlendirmenizle başlayabilir miyiz?

Şerafettin Yılmaz: Kendisini rahmetle anıyorum. Nevzat benim 50 yıllık dostum, avukatlık bürosunda ortağım aynı zamanda hayatımızı birlikte inşa ettiğimiz Üniversiteliler Kültür Derneği’nin bir mensubu ve 12 Eylül harekâtından sonra da müvekkilim olan bir kimsedir.

Çetinoğlu: O’nun 12 Eylül 1980 Harekâtı’ndan sonra Mamak’ta Askerî Dil Okulu’nda yapılan duruşmalardaki tavrı, anılmaya ve anlatılmaya değer. Oradan devam edelim.

Yılmaz: Bu safhalarda Nevzat Kösoğlu’nun şahsiyeti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içindeki konumu ve hukukçu oluşunu göz önünde tutarak anlatmaya çalışayım.

Nevzat, öğrencilik hayatı da dâhil olmak üzere dümdüz ve dimdik yaşamış bir karaktere sâhiptir. Davranışları da bu karakter doğrultusunda tecelli ettiğinden mahkeme karşısındaki tavırlarının da farklı sergilediğini görüyoruz. Bu tavırlarda kendisinin yaşananları bir kanun adamı çerçevesinden değerlendirildiğini göz önünde tutmak gerekir.

Çetinoğlu: Sergilenen tavırdaki farklılıktan kastınız nedir?

Yılmaz: Yargılandığı sürece bir sanık gibi kendini savunma gayretinde olmaksızın hareket etmiştir. İdam talebiyle yargılanmayı hiçbir şekilde ciddiye almamıştır.

Çetinoğlu: Tepkileri çok mu sertti?

 Yılmaz: Yargılanacakları salona ilk getirilişlerinde bindirildikleri vasıtanın nefes almaya bile el vermeyecek şartlarda kötü olmasına tepki göstererek bir daha aynı vasıtayla mahkeme salonuna getirilmeye kalktıkları takdirde neye mal olursa olsun o vasıtaya binmeyeceğini haykırmıştır.

Tepki neticesini göstermiş, tâkip eden duruşmalara insanca binilebilecek vasıtalarla getirilmeye başlanmıştır. Keza mahkeme salonunun silahlı askerlerle kuşatılmış olması ve komutanları durumunda olan Mamak Cezaevi Müdürü Albay Raci Tetik’in müvekkillerle heyetin önündeki koridorda volta atarak dolaşmasını bir süre seyrettikten sonra Albay Raci Tetik’e; ‘Sen ne geziyorsun burada defol ve salonu terk et’ şeklinde tepki gösterdi. Albay’ın bu tepkiye bir tavır tâyin edemeyerek salonu terk ettiğine şahit oluyoruz. Bu da Nevzat’ın hukukçu konumunu hangi şuurla değerlendirdiğini ortaya koymaktadır.

Çetinoğlu: Durumu daha açık ifâde etmek gerekirse…

Yılmaz: Kendilerini yargılayacak mahkemenin adalet kaygısı ile değil şeklen oluşturulmuş olduğunun bilincinde hareket ediyordu. Bu bilinçle; kendilerini yargılamak isteyen kürsüye, kendilerine dâvâ açan savcılık makamına olan güvensizliğini, salonda asayişi sağlıyormuş görünen komutana tepkisiyle ortaya koymuştur.

Çetinoğlu: Güvensizliğini açığa vuran tepkileri sonraki günlerde de devam etti mi?

Yılmaz: Başladığı gibi aynen devam etti. Nevzat’ın duruşma salonunda savcılığı ve kürsüyü takmayan oturuş biçimi onları rahatsız etmiştir. Savcı Nurettin Soyer, rahatsızlığını; mahkeme heyetine,  ‘Nevzat Kösoğlu duruş ve davranışlarıyla bize hakaret etmektedir.’ Sözleriyle özetlediği şikâyetle belirtmiştir.  Nevzat’ın duruş ve oturuşu, kabalığından kaynaklanan bir davranış değildi. Onlara kendilerini yargılayacak makam olmadıklarını göstermek kastı taşıdığı kanaatindeyim.

 Çetinoğlu: Dâvânın genel seyri nasıldı?

Yılmaz: ‘MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı’ olarak bilinen dâvânın 12 Eylül öncesi yani ihtilal öncesi hazırlanmış bir senaryo olarak sahneye konulmuştur.

980 /7040 sayılı iddianâmade MHP ye karşı yapılan operasyonun, bütün siyasî partilere yapıldığı belirtilmektedir. İddianâmede yer alan ‘Millî Güvenlik Konseyi’nin bütün siyasî parti genel merkezlerinde arama yapılmasına ilişkin emri üzerine…’ ifâdesinden; bütün siyasi partilerin aynı anda ve aynı şekilde aramaya tabii tutulduğu anlaşılmaktadır.

 Oysaki MHP ve 12 Eylül Harekâtı’nın başladığı gece yarısı saat 24.00 sularında Yüzbaşı Serdar Akyazan komutasındaki bir askerî timin refakatinde bulunan tankla parti binası ve çevresine elektrik veren direk yıkılmak suretiyle MHP binasına girilmiştir. Komşu bina ile MHP arasındaki müşterek duvar oyuğunda, elleriyle konulmuş gibi 4 silah ve 1 telsiz bulunmuştur. Yanılmıyorsam silahlardan ikisi bozuk çıkmış, ‘telsiz’ diye ifâde ettikleri âletin de normal radyo olduğu anlaşılmıştır.

Gece yarısı yapılan bu operasyonla beklenen suç âletinin elde edilememesi üzerine senaryoya uygun bir netice alabilmek için askerî savcılık tarafından Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na suç delili olarak 6 sahife silah fotoğrafı ve gözaltına alınmak üzere 2 sahife isim listesi sunulmuştur. Bu başvurunun sıkıyönetim komutanlığınca doğrudan Millî Güvenlik Konseyi’ne intikal ettirildiği anlaşılmaktadır. 14 Eylül 1980 tarihli bu silah fotoğrafları ve 2 sayfalık listede isimleri bulunan kişilerin gözaltına alınması istenmekte ve böylece MHP yöneticileri hakkında tahkikat başlatılmış olmaktadır.



Çetinoğlu: Fotoğraftaki silahların MHP ve Ülkücü Kuruluşlara ait olduğu nereden belli?

Yılmaz: Ele geçirildiği iddia edilen silahların 6 sahifelik fotoğrafları, soruşturmadan ziyâde tahkikatın başlatılmasında önemli rol oynamıştır.

Yazı muhtevasında bu fotoğrafların MHP de ele geçen silahlar olduğu iddia edilmektedir. Ancak; Konseye sunulan 6 sahifelik silah ve fotoğrafları defaatle talep etmemiş olmamıza rağmen,  dâvânın nihâyete erdiği tarihe kadar bize göstermediler.

Çetinoğlu: Müvekkilleriniz hakkında tahkikat açılmasına mesnet teşkil eden belgeler size gösterilmiyor… Üstelik hakkında tahkikat açılan bu kişilerin çoğu, daha sonra idam talebiyle yargılandılar…

Yılmaz: Gösterilmedi. Silahlar ve silah resimleri, müdafa makamında olan bizlere ve müvekkillerimize gösterilmedi.

Çetinoğlu: Neden?

Yılmaz: Anlaşılan o ki konseyce ihtilalin yoğun mesaisi içinde böyle bir silah yakalanması meselesi, MHP hakkında yapılan aleyhte propagandaların etkisiyle tahkike dahi lüzum görülmeyecek şekilde inandırıcı bulunmuştur. Belli ki savcılık bu fotoğrafların kullanılması ile konseyi etkilemek ve istenen biçimde MHP ve ülkücüleri diledikleri gibi yargılamaya imkân sağlayacak sonucu almayı hedeflemiş oluyor.

Çetinoğlu: Yanlış anlamadıysam, nerede bulunduğu ve kime ait olduğu bilinmeyen silah fotoğraflarına dayanılarak Askerî Savcılığın Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na vaki başvurusu üzerine MHP’li yöneticiler ve Ülkücü Kuruluşlar aleyhine soruşturma açılıyor. Üstelik nerede bulunduğu ve kime ait olduğu bilinmeyen silahların fotoğrafları bile size ve sanıklara gösterilmiyor. Öyle mi? 

Yılmaz: Evet! Öyle. 

Çetinoğlu: Anlaşıldı. Devam eder misiniz?


Yılmaz: Bu silah fotoğrafları ile ilgili soruşturma, Askerî Savcılığın talebi üzerine özel bir kanun çıkarılması sonucunu doğurmuştur. Yani MHP’nin yargılanması doğrultusunda onlara uygulanacak şekilde özel bir kanun çıkartılmıştır. 



Çetinoğlu: Bu kanunun benzerleri, 2000 yılından sonra görüldü. 1980 öncesinde var mıydı?


Yılmaz: Böylesine vahim bir olay sadece MHP ve Ülkücü Kuruluşlar için söz konusu olmuştur.

Çetinoğlu: Kişiye veya belli bir kuruluşa özgü kanun hazırlandı. Daha açık ifâdesiyle; MHP ve Ülkücü Kuruluşların mahkûm edilmesi için özel bir kanun hazırlandı.  Kanunun yürürlük işlemine ilişkin prosedür nasıl tamamlandı?

Yılmaz: 17.06.1982 tarihli savcılık yazısında; Askerî savcı tarafından, ‘parti mensupları hakkında soruşturma konusunun bir kanunla düzenleme yapılmasının hukuka uygun düşeceği’ konseye arz edildi. Bu arz üzerine aynı günkü toplantıda bu ve benzeri durumları kapsayacak şekilde bir kanun düzenlemenin yapılması konseyce uygun görüldü. 1402 sayılı kanuna 2310 sayılı kanunla Ek – 1 maddesi eklendi.  Bu kanun hükmü gereğince askerî savcılık soruşturmaya devam etti.

Çetinoğlu: Tam anlamıyla; ‘Kişiye özel kanun’ denilebilir mi?
   

Yılmaz: Aynen öyle… MHP ve Ülkücü Kuruluşlar hakkındaki soruşturma özel bir kanun çıkartmak suretiyle yürürlüğe konmuştur. Bu da açıkladığım senaryo ile yalnızca MHP’nin üzerine gidildiği beyanımızı doğrulayan apaçık bir delildir.

Çetinoğlu: MHP binasında aramanın, Yüzbaşı Serdar Akyazan komutasındaki bir askerî tim tarafından gerçekleştirildiğini söylemiştiniz. Yüzbaşıya MHP’nin aranması emrini kim vermiş?

Yılmaz: Duruşmalar sırasında Serdar Akyazan mahkemeye şâhit olarak celp edildiğinde kendisine; ‘Sadece MHP’nin aranması emrini size kim verdi’ diye sordum.  Duruşma hâkimi; ‘Onu resmî makamlardan sorun’ diyerek sorunun cevaplandırılmasını engelledi. Israr etmeme rağmen talebimiz mahkemece reddedildi.

Çetinoğlu: Yanlış hatırlamıyorsam, sonraki yıllarda Serdar Akyazan adı etrafında ilgi çekici hatta şüphe uyandırıcı haberler yayıldı…

Yılmaz: Evet!  MHP’yi arayan Serdar Akyazan’ın kimliği hakkında fikir verecek bir haber, sosyal medyada yer aldı. Haberde; ‘İsdemir A.Ş. koruma güvenlik müdürü Emekli Albay Serdar Akyazan’ın silah koleksiyonunda, kendisine Mesut Barzani tarafından hediye edilmiş özel bir silah bulunduğu’ belirtiliyordu. MHP’nin tahkikat ve yargılanma safhasında görev alan insanların hangi dikkatle seçilmiş olduğunu ortaya koyan bir gerçektir.



Çetinoğlu: MHP ve Ülkücü Kuruluşlar hakkındaki dâvânın önceden planlanmış olduğunu söylüyorsunuz…

Yılmaz: MHP ve Ülkücü Kuruluşlar hakkındaki dâvânın önceden planlanmış olduğunu ortaya koyan başka belgeler de var.

Çetinoğlu: Nedir?

Yılmaz: Ankara sıkıyönetim komutanlığının 975 /175 esas ve 979/380 K sayılı mahkeme kararında;  ‘…kendilerine özgü anlam taşıyan kendi siyasî görüşleri dışında olanlara temel haklardan hiçbirini tanımama biçimine dönüştüren Milliyetçilik doğrultusunda örgütlenmelerini, eğitilmelerini, silahlanmalarını, bu tür eylemlere geçmelerini ve böylece anayasa dışı hedeflere yönelmelerini sağlamada, dolayısıyla belirtilen suçlara onları azmettirmede tahrik ve teşvik eylemede, suçların işlenmesinden sonra kollamada etkinlikleri bulunduğu hususunda deliller ele geçmiş olan Konya Milletvekili İhsan Kabadayı, Genel Sekreter Yardımcısı Nevzat Kösoğlu ve Genel Sekreter Yardımcısı Yaşar Okuyan ile bağlı bulundukları kişi ve kuruluşları hakkında; yasal soruşturma açılması için sıkıyönetim komutanlığı ve sıkıyönetim askerî savcılığına suç duyurusunda bulunması cihetine gidilmiştir.’ Denilmektedir.

Çetinoğlu: 1979 yılındaki bu suç duyurusu nasıl sonuçlandı?

Yılmaz: Haklarında suç duyurusunda bulunulduğundan haberdar olan MHP’nin 3 yöneticisi gerek askerî savcılık, gerek sıkıyönetim komutanlığı ve devlet üst kademeleri nezdinde bu karar doğrultusunda kendileri hakkında tahkikat başlatılmasını talep ettiler. Taleplerini basın toplantısı yaparak kamuoyuna duyurdular.

Çetinoğlu: Ne işlem yapıldı? 

Yılmaz: Herhangi bir işlem yapılmamıştır. Ancak 1979 yılında verilen bu karardan 1 yıl sonra müvekkillerim ve bağlı bulunduğu kişi ve kuruluşlar hakkında 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan ihtilalle mezkûr kararın gereği yerine getirilmiştir. Adı geçen kararın duruşma hâkimi Vural Özenirler’dir. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askerî Savcısı ise MHP dâvâsının baş mimarı Nurettin Soyerdir . Olayların bu şekilde gelişmesini takiben 1979 yılı mahkeme kararı doğrultusunda MHP ve Ülkücü kuruluşlar hakkında açılan dâvânın başsavcısı yine Nurettin Soyer’dir.  Kendi isteğiyle duruşma hâkimi olarak dâvâyı yürüten kişi ise Vural Özenirler’dir. 



Çetinoğlu: Ne demek oluyor?

Yılmaz: 1979 yılındaki mahkeme kararında ihbarda bulunan hâkim, ihbarı doğrultusunda açılan dâvânın duruşma hâkimi olmuştur.

Çetinoğlu: Hukuka aykırı mı? 

Yılmaz: Aykırıdır. Bir nevi ‘müşteki-şikâyetçi’ olan kişi, şikâyeti doğrultusunda açılan davânın hâkimi olmaktadır.

Çetinoğlu: ‘Dâvâ tertiptir’ diyorsunuz…  

Yılmaz: Aynen öyle. Bu dâvânın nasıl bir tertip olduğunun başka bir delili de duruşma hâkimi Vural Özenirler’in özellikle seçilmiş olmasında yatmaktadır. MHP genel başkanı Alparslan Türkeş tarafından, 12 Eylül Harekâtı’ndan çok önce, devrin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir mektup yazılarak mealen ‘Vural Özenirler’in değil Türkiye’de ki sivil ve askerî mahkemelerde hâkimlik yapması, kendisine Almanya’nın faşizmle yönetildiği  dönemdeki mahkemelerde dahi hâkimlik yaptırılamayacağı, kendisinin hâkim sıfatı ile mahkeme kürsüsünde yer alamayacağı’  ifade edilerek ihbarda bulunulmuştur. Böyle bir mektuba konu olan bu şahıs MHP davasında Türkeş ve arkadaşlarını yargılayan mahkemenin kendi isteğiyle duruşma hâkimi oluşu da ifâde etmeye çalıştığımız tertibin bir başka örneğidir.

Çetinoğlu: Suç duyurusu mektubunun 12 Eylül Harekâtı’ndan önce yazıldığını söylemiştiniz. Unutulmuş olabilir mi? 

Yılmaz: Olamaz. Cumhurbaşkanına yazılmış olan suç duyurusu mektubu mahkemede okunmuş ve kendisine ‘Bu şartlar altında Türk milleti adına yargılama yapılan mahkemede hâkim olarak duruşmaya devam edecek misiniz?’ şeklindeki soruyla sergilediğimiz tepkimiz sonucunda duruşmadan heyet olarak çekilme kararı aldılar. Ancak üst mahkemeden çekilme kararı onaylanmadığı için Vural Özenirler, duruşma hâkimi olarak dâvâya bakmaya devam etti.

Nevzat’ın mahkemeye ve savcılığa karşı tepkilerini bu gerçekler ışığında değerlendirmek gerekir.



Çetinoğlu: Bir sorumu cevaplandırırken, siyasî parti binalarının aranması konusunda şüpheleriniz olduğunu îma etmiştiniz…
 
    
Yılmaz: Bütün siyasî partilerin aynı anda arandığına dair askerî savcılık beyanının doğru olmadığı bu partiler hakkındaki aramaların tutanaklarının incelenmesiyle anlaşılmaktadır. Bu tutanaklara göre Millî Selamet Partisi 13.9.1980 tarihinde, CHP 13.9.1980 tarihinde Adalet Partisi ise 14.9.1980 tarihinde savcıların iştirakiyle birlikte aranmıştır. Bu da sözlerimizin başında ifâde ettiğimiz gibi, bu iddianamenin baştan sona bir senaryo olduğunu ortaya koymaktadır.

Burada MHP ve Ülkücü kuruluşlar için oluşturulmuş karakoldan da bahsetmek gerekir. Ankara sıkıyönetim komutanlığı nezdinde önceden mevcut olmayan, müvekkillerimiz için oluşturulmuş olan C5 adıyla anılan bir karakol kurulmuştur. Bu karakolda görev alacak âmir ve memurlarla ilgili olarak Anakara sıkıyönetim komutanlığından Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne hitâben yazılan yazıda ‘Karakol ve ekiplerde görev alacak âmir ve memurların seçimine özen gösterilecek; güvenilir ve disiplinli olanlardan seçilmesi sağlanacaktır.’ Denilmesine rağmen savcı Nurettin Soyer  tarafından Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne şifâhi olarak Zeki Kaman, Dürüst Oktay ve 11 polis memurunun ismen  istendiği Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün yazısından anlaşılmaktadır .Bu polislerin hepsi    POL-DER (*)  mensubu olup ayrıca Zeki Kaman’ın Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi ve DEV-YOL (**)  mensubu olduğu gibi, meslektaşına tecavüz edip ölümüne sebep olan bir sabıkalı olduğu  diğer polislerin de aynı zihniyeti taşıyan insanlardan oluştuğu mahkeme dosyasıyla sabittir. Böylece MHP mensuplarının sorgulanmasının; MHP’ye düşman bir zihniyetin işkencelerine mâruz bırakıldıkları görülmektedir.

Nevzat Kösoğlu böyle bir dâvânın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkmış, kendisi MHP başkanlık divanında Genel Sekreter yardımcısı olması ile partinin bütün faaliyetlerini ve yapısını yakından bilen gayri meşru hiçbir çalışmasının bulunmadığının bilincinde olan kimsedir.  Bu sebeple hazırlanmış olan dâvânın nasıl bir maksatla hazırlandığından şüphesi olmayan bir hukukçudur. 232  kişinin idam talebiyle  yargılanmak üzere önlerine gelen iddianamenin ciddiyetsizliğinin bilinci ile hareket etmiştir. Dâvânın akıbeti hakkında hiçbir endişe duymadan cezaevi günlerini geçirmiş olduğunu yakinen biliyorum.

ğuz Çetinoğlu: Merhum Nevzat Kösoğlu, 12 Eylül Mahkemesindeki savunmasında neler söyledi?

Av. Şerafettin Yılmaz: Savunmasının başlangıcında ‘Ben buraya TBMM’den getirildim. Oraya beni millet göndermişti ve kurulu bir hukuk düzeni içinde belirli bir anayasa ve ona dayalı kanunlara göre seçerek göndermişti. Buraya askerlerin arasında geldim. Kanunu olmayan bir hareketin güç verdiği, sözleri kanun olanların emirleriyle getirildim.’  Sözleriyle mahkeme karşısındaki konumunu belirtmiştir. 




Çetinoğlu: 12 Eylül öncesi dönemde MHP’lilerin mâruz kaldığı işkence ve öldürülme olayları dile getirildi mi?   


Yılmaz: MHP’nin anarşiyle hangi boyutlarda muhatap olduğu çok açık ve çok trajik bir şekilde dile getirilmiştir. Bu konudaki bilgileri Bakırköy İlçe Başkanımız Mehmet Başak şöyle aktarıyor:
‘Ben, bu ilçenin 3 yıl içindeki 6. Başkanıyım. Benden evvelkiler hep vuruldular. Ben de vurulmak için bekleyeyim mi? Hükümetin, emniyetin hâli mâlum; Biz kendimizi korumayacak mıyız? Böyle koyun gibi boğazlanmayı beklemek, benim dinime de, insanlığıma da sığmıyor… Ben kendi tedbirimi ilçemde alacağım…’

Alparslan Türkeş öfkeyle müdâhale ediyor ve bu Karadenizli arkadaşımızı susturuyor: ‘Şartlar ne olursa olsun resmî makamlara başvurmak gerektiğini uzun uzun anlatıyor. Belki 3, belki 5 gün sonra Mehmet Başak’ın ölüm haberini alıyoruz. Bir ilçede şehit edilen 6. başkandır.

Nevzat, Ortaya koymuş olduğu bu örnekten sonra Beşiktaş’ta 11, Bakırköy’de 20, Beyoğlu’nda 12, Beykoz da 2, Eyüp’te 23, Eminönü’nde 8, Fatih’te 11, Gaziosmanpaşa’da 15, Kartal da 24, Kadıköy de 15, Sarıyer de 1, Şişli’de 39, Üsküdar’da 2, Zeytinburnu’nda 16, toplam 199 MHP il ve ilçe yöneticisi şehit edilmiştir. Bunu Türkiye çapında büyütün’ dedikten sonra Eğer ben, şahsen dostlarım, ülküdaşlarım, uğrunda öldükleri şeyleri, canımdan aziz bildiğim insanlar, her gün gözlerimin önünde katledilirken, iktidarlar insanı ağlatacak kadar âcizken, ben şahsen silahımı alıp ciğeri yananlardan bir çete kurmadıysam, devlete olan güvenimi, her şeye rağmen muhafaza ettiğim ve çok büyük bir irâde cehdi sarf ettiğim içindir. Yahut da korkaklığımdandır. Milyonlarca taraftarımız ve sempatizanımızın da aynı ruh hâli içinde yaşamış olduklarından hiç şüpheniz olmasın.’ sözleriyle nasıl bir psikoloji içinde boğuştuklarını ortaya koymuştur.

Çetinoğlu: Nevzat Kösoğlu’nun, savunması sırasındaki diğer tavırlarından da örnekler verir
misiniz?


Yılmaz: Nevzat Kösoğlu’nun mahkemedeki sorgulanması, bu tip mahkemelerde örnek olacak nitelikte ve şahsiyetlidir. İsnat edilen suçu elinin tersiyle iten bir sanık gibi ifâde vermekten ziyâde suçlamalarla ilgili olarak ve suçlamaları muhteva olarak bir bir ele alıp konferans verir gibi cevaplandıran tavırdadır.

Çetinoğlu: Örneklemeniz mümkün mü?

Yılmaz: Bir duruşmada şöyle konuşuyor: ‘İddia makamı yarattığı bir hayalle boğuşuyor ki bu hayale, biz de, kamuoyu da yabancı değilizdir. Çünkü o, yıllardan beri Marksist propagandacıların kendi perspektiflerinden kamuoyuna aksettirmeye çalıştıkları gölgemizdir. Biz burada, belli ölçüler içinde gerçek varlığımızı anlatacağız. Çünkü hukuk gerçek kişilerle uğraşır. İddia bunu yapmalıydı. Fakat yapmamış veya yapamamıştır.’ Dedikten sonra kendisine atılı suçla ilgili olarak; suçlu olmadığının savunmasını yapmak yerine sorgusunda ‘Türkiye’nin son 15 yılı’ başlığı altında anarşinin sebepleri ve ulaştığı boyutları, 12 Eylülün, ideolojik savaşını, bölücülüğünü, dünya Türklüğünün, Türkiye deki müesseselerin içine düştüğü hali,  27 başlık altında ele almış ve kendisi hakkında düzenlenen iddianamedeki suçlamaları cevaplandırmak yerine, bu mefhumlar hakkında konferans verircesine açıklamalar yapmıştır. Anarşinin önlenmesi doğrultusunda MHP’nin bu konudaki teşebbüsünü anlatırken; ‘Biz MHP olarak, zamanın hükümetinden Cumhurbaşkanına kadar müracaat ederek, Türkiye’de genel bir silah aramasının yapılmasını, vatandaşın silahtan arındırılmasını teklif ettik. Birçok tekliflerimiz gibi bu teklif de hasıraltı edilmiştir.’ Diyerek çok önemli ve fakat çok az kişinin bildiği bir gerçeği gözler önüne sermiştir.

Çetinoğlu: Bunlar, anarşinin tarafı olduğu iddia edilen MHP’nin, anarşiye karşı olduğunu ortaya koyan önemli bilgiler. Basına yansımış mıydı?

Yılmaz: MHP olarak tablosu çizilen şartlar altındaki Türkiye’de anarşinin önlenmesi doğrultusunda göstermiş olduğu gayretlerden birisi Yankı Dergisi’nin 395. Sayısında sayfalarca yorumlara konu olmuştur.

Çetinoğlu: Neler yazıyordu?

Yılmaz: Özet olarak şunlar yazılı idi: ‘Türkeş idâreye ordunun el koymasını hiçbir demokraside kolay görülmeyecek şekilde açık açık isterken, herkesi paniğe uğratmamak için de iç savaş tehlikesinden bahsediyordu… MHP, sıkıyönetim ilan edilerek yetki ve sorumluluğun orduya devredilmesini istedi. Ancak bu çağrılar, hiçbir çevrede olumlu karşılanmadı.’

Nevzat, bu hususu sorgusunda; ‘Savcılık makamı bu yayın üzerine MHP genel idare kurulu hakkında, orduyu ihtilale teşvikten dâvâ açmıştır. Bu dâvâ devam ederken 12 Eylül ihtilali oldu.  Bu sefer de bizim ihtilal yapacağımız iddiasıyla bu dâvâ açıldı… Hakikatten, bu dünyanın işlerine şaşmamak mümkün değil…’ İfâdesiyle dile getirdi…  Bu sözleriyle nasıl bir yargılanmanın karşısında olduğunu ironi addedilecek bu sözlerle ortaya koymuştur. 



Çetinoğlu: İddia makamının ortaya koyduğu deliller hakkındaki sözlerinden de örnekler verir misiniz? 
     

Yılmaz: İddianamenin değerlendirmesinde Nevzat Kösoğlu; suçlamanın keyfiliğini ve zorlama olduğunu şu sözleriyle belirtti: ‘İddia makamı elinde bulunan ve ‘delil’ dediği şeylerin bir değerlendirmesini yapmadan, önce hükmünü vermiş, ihtilalcilik üzerine bir şablon hazırlamış; sonra gerçeği buna uydurmaya çalışmış. Önce sanıkların fikir ve zihin yapısını yani Milliyetçilik düşüncesini almış, bir tarihçe yaparak bize kadar gelmiş ve böylece ister istemez Milliyetçilik düşüncesi doğuşundan itibaren faşist yahut ihtilalci bir anlayış olarak takdim edilme şanssızlığına düşülmüş. Benden önce konuşan arkadaşlarım gösterdiler ki, Gökalp’ten Atatürk’e kadar herkes bu talihsiz ithamdan nasibini almış.’

Böylece, suçlamadaki hukukla bağdaşmayan bir mantığı sergilemiştir.

Bu suçlamaya karşı savunmasının bir başka yerinde ‘Dünyada da Türkiye’de de dün de bugün de, Milliyetçilik sadece siyasî istiklalini kaybettiği zamanlarda ihtilalcidir. Mustafa Kemal bir Milliyetçiydi ve ihtilalciydi. Çünkü bir kurtuluş mücadelesi, veriyordu. Siyasî istiklal kazanıldı ve Mustafa Kemal yine Milliyetçi fakat bu defa ihtilalci değil İnkılapçı Atatürk oldu.’ Diyerek iddia makamının milliyetçiliği suçlamasına cevap vermiştir.

Çetinoğlu: MHP’nin ve Ülkücü kuruluşların; anarşinin müsebbibi olarak gösterilmesi iddialarını kesin ve inandırıcı bir dille çürütmüştü…


Yılmaz: Evet! Türkiye de 12 Eylül öncesi anarşinin hangi boyutlara geldiğini misalleriyle ortaya koymuş ve genel olarak MHP ve Ülkücüler hakkındaki suçlamanın nasıl değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Söylediklerini Devlet Başkanı Kenan Evren‘in 12 Eylül sonrası yaptığı bir konuşmayı naklederek örneklendirmiştir. Kenan Evren şöyle diyordu: ‘Fatsa olaylarını, Ankara operasyonunu televizyonda seyrettiniz. Komünist teşkilatın nasıl çalıştığını gördünüz. Bir konuşmada ifâde ettiğim gibi eğer biraz daha gecikseydik onlar memleketi ele geçirip, belki bu konuşmayı onlar yapacaktı.’ Diyerek Türkiye’nin o tarihlerde içinde bulunduğu durumu dile getirmiştir.

Yine devrin devlet başkanı Kenan Evren’in ‘Başka bir yerde ele geçen silahlarla bir tümeni donatırız demiştim. Şimdi görülüyor ki silahlar 2. Ordu’nun silahlarını kat be kat geçti. Memleketin her tarafı silah deposu haline gelmiş’ şeklinde ki sözleri Türkiye’nin içinde bulunduğu konumu başka söze hacet bırakmayacak netlikte göstermektedir. Kenan Evren tarafından ortaya konan bu tabloyla Türkiye’nin kimlerin tehdidi altından olduğu anlaşılmıştır. Bulunan silahların hiçbiri MHP ve Ülkücü kuruluşlara ait değildi. 



Çetinoğlu: Merhum Nevzat Kösoğlu’nun, Mamak Mahkemeleri hakkındaki değerlendirmesi de tarihe geçecek önemdedir…

Yılmaz: Mahkemeye hitaben şöyle konuşmuştu:  ‘Adaletine inanmadığım bir mahkemeden ne isteyebilirim? Adalet ki, her şart altında, insanların eğilmeden talep edebilmeleri gereken en yüksek beşerî ve ilahî bir değerdir… Şahıslarınız hakkındaki hükmüm ne olursa olsun konumunuz adalet icrasına uygun değildir. Bir askerlik tâbiriyle açıklamam gerekirse topun tevcihi yanlış yapılmıştır… İhtilalin beni yargıladığı gibi, bir gün mahkemenizi de millet yargılayacaktır. Tıpkı Yassıada mahkemelerinde olduğu gibi… Yargılamadan murat adalettir. Hukukun düzenlemediği, âdil olmayan, insan vicdan ve haysiyetini rencide eden yollardan adalete ulaşıldığını insanlık tarihi bilmemektedir.’ Sözleriyle mahkemeyi nasıl değerlendirdiğini yüzlerine karşı ifade etmiştir.

Çetinoğlu: Kendisine isnat edilen suçlarla ilgili olarak neler söyledi?

Yılmaz: Nevzat, sorgusunda ve savunmasında kendisine atılı suçla ilgili olarak savunma yapmamıştır. Savunmasını bir öz eleştiriyle sonlandırması hâfızalarda yer alacak bir değerlendirmedir. Orada; ‘Bana öyle geliyor ki, biz insan için, ülkemiz için istediğimiz ve savunduğumuz fikirlerden ötürü değil, bu düşüncelere layık insanlar olmadığımız için yargılanabilirdik. Zâhiri sebepler ne olursa olsun, belki de yargılanmamızın gerçek sebebi budur. Ve belki bizi yargılayan güç de bunun sıradan bir vesilesidir. Gerçeği Allah bilir.’ 

Çetinoğlu: Yakın dostunuz olarak O’nun serbest kaldıktan sonraki hayatını nasıl değerlendiriyorsunuz?  
 
 
Yılmaz: Nevzat’ın 12 Eylül’deki ve mahkemelerdeki durumu hakkında bu bilgilerden sonra hayata İslamî ve insanî açıdan imanla yaşadığını, yazılarından öğreniyoruz. Bu hususa yazılarında ısrarla yer vermiştir. 

Çetinoğlu: Ebedî âleme intikalinin arifesindeki rahatsızlık dönemi ile ilgili gözlemleriniz nelerdir? 


Yılmaz: Nevzat’ın nasıl bir iman üzere yaşadığını, hastalandığı zaman ziyaretine gittiğimizde ifâde ettiği sözlerde görülmektedir. Henüz yatmıyordu ayaktaydı.  Bize hitâben; ‘Size bir şey söyleyeyim mi? Ben kendimi imtihan ettim ve sınıfı geçtim…’ Diyerek kendisine mahsus gülüşüyle; ‘bundan sonrası ne olursa kabulüm’ demek istiyordu. Kısa süren hastalığının bütün safhalarında içerisinde bulunduğu durumdan yakındığı görülmedi.

Çetinoğlu: Allah (cc) Rahmet eylesin. Mekânı cennettir inşallah.

Cevaplarınızda, sorularımla sınırlı kaldığınız için söylemek fırsatını bulamadığınız sözlerle bu röportajı bitirebilir miyiz?

Yılmaz: Yahya Kemal Beyatlı’nın bir dörtlüğüyle bitirelim:

‘Bir merhaleden güneşle derya görünür
Bir merhaleden her iki dünya görünür
Son merhale bir fazl-ı hazandır ki sürer
Gelmiş gelecek cümlesi rüya görünür.’     

 



AV. ŞERAFETTİN YILMAZ


15 Şubat 1940 tarihinde Ankara ili, Şereflikoçhisar ilçesi, Çıkanağıl Köyü’nde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde bitirdi. Ortaokulu Kırşehir’de, Liseyi Ankara Kurtuluş Lisesi’nde bitirdi.1964 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu.

Askerliğini 1966 yılında Teğmen rütbesi ile tamamladıktan sonra Bab-ı Ali de Sabah Gazetesi Ankara Temsilciliği’nde İdare Müdürü olarak göreve başladı.

Temmuz 1967’de Ankara’nın Keskin ilçesinde serbest avukatlık bürosu açtı. 1970’de bürosunu Ankara’ya nakletti.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel İdare Kurul üyesi olarak siyasî çalışmaları sonucunda Ankara’dan milletvekili adayı olarak 1977 seçimlerine katıldı. 1978 yılında İstanbul’a yerleşerek kardeşleriyle birlikte kurduğu otomotiv sanayi şirketinin yöneticisi oldu.

12 Eylül 1980 darbesi ile tevkif edilen MHP Genel Başkanı ve diğer partililerin avukatlığını üstlenerek Ankara’ya yerleşti. 1987 yılına kadar MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davâsının avukatlığını yatıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönerek ticarî hayatına, aynı sektörde yeni bir şirket kurarak devam etti. 2011 yılında hissesini ortağına devrederek iş hayatından çekildi.

İstanbul’da, Avrasya Bir Vakfı Kurucu Mütevelli Üyesi, Taç Vakfı Mütevelli ve Yönetim Kurulu Üyesi, İş Dünyası Vakfı Mütevellisi ve S.S. Otomotiv Yedek Parça İthalat ve Toptancılar Konut Yapı Kooperatifi Başkanı olarak kültürel sosyal faaliyetlerde bulundu.

Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’nda 1987 yılında Mütevelli Heyeti’ne seçilldi ve 10 yılı aşkın Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı olarak çalıştıktan sonra, 2010 yılında Başkanlık görevine getirildi.

Av. Şerafettin Yılmaz, evli, bir kız, bir erkek iki evlat ve iki torun sâhibidir.

NEVZAT KÖSOĞLU


Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı, Mütefekkir, Hukukçu, MHP’den 16 Dönem Erzurum Milletvekili ve Yazar Nevzat Kösoğlu; 7 Ekim 1940’da Erzurum’un İspir İlçesi’nde doğdu. 10 Ekim 2013 tarihinde, Ankara’da, Hacettepe Üniversitesi bünyesindeki Hastânenin Onkoloji Servisi’nde tedâvi görmekte iken 73 yaşında ebedî âleme intikal etti.

Liseyi Erzurum ve Karabük`te okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ve Aynı Üniversite’nin İktisat Fakültesi’ne bağlı Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Yedek subay olarak askerliğini yaptıktan sonra, avukatlık mesleğinin yanı sıra ‘Söğüt Dergisi’ni çıkardı ve Ötüken Yayınevi’nin kurucuları arasında yer aldı.

O bir âlimdi. İlmini; Türklük için, millet için, Türk kültürü için, inancı için, inandığı dâvâ için sebil gibi sundu. Yazıp yayınladığı her biri diğerlerinden daha kıymetli 18 adet eserin yalnızca isimlerini okumak, O’nun dâvâsının, dolayısıyla kendisinin büyüklüğü hakkında yeterli ölçüde fikir verir.

Hukuk ve gazetecilik tahsil etmiş olmasına rağmen sosyoloji ilminin derinliklerine inebilmiş, zirvelerine çıkabilmiş bir sosyologdu. Aynı zamanda mükemmel bir biyografi yazarı idi. Biyografi yazılarını klasik biyografi yazarlığının dar kalıpları içerisine hapsetmemiş, ruh tahlilleri, fikrî etütler ve derin tahlillerle zenginleştirerek âdeta, kelimelerle mükemmel tablolar oluşturmuştur.

Aynı zamanda dâvâ adamıydı. O’nun dâvâsı, vatan topraklarına Ötüten’den, Horasandan, Mâveraü’n-Nehr’den, Aral ve Baykal göllerinden, Tanrıdalarından, Taklamakan Çölü’nden gelen alperenlerin dâvâlarının günümüzdeki tâkipçisi olmaktı. Kuruluştan kurtuluşa, ebed-müddet varlığa uzanan Oğuz Türkmen ruhunu yeni nesillere tanıtmak, sevdirmek, benimsetmek, onların zilinlerinde ve gönüllerinde yeşerip gelişmesini sağlamaktı.

Tarihçi olmamasına rağmen haşmetli bir tarih şuuruna sâhipti.

1964`te gazeteciliğe başladı. Babıali`de Sabah Gazetesi’nin Ankara temsilciliğini yaptı. 1970 yılında Millîyetçi Hareket Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcılığına seçildi. 1977 genel seçimlerinde MHP`den Erzurum milletvekili olarak parlamentoya girdi. 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonra bir buçuk yıl tutuklu kaldı. İdam talebi ile yargılandı.

Serbest kaldıktan sonra fiilî siyasetle ilgilenmedi. Yayıncılıkla meşgul oldu. 14 ciltlik Büyük Türk Klasiklerini yayınladı. Kültür Bakanlığı adına 30 ciltlik Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları projesini yürüttü.  Bu projenin 26 cildi Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınlarından yayınlandı.

Nevzat Kösoğlu, Türk Tarihini ve Felsefesini günümüz şartları içerisinde yeniden ele almış; kültür ve medeniyet kavramları ile alakalı özgün fikirler ortaya koymuştur. Gelenekle gelecek arasındaki bağın nasıl kurulması gerektiğini ele aldığı güncel meseleler çerçevesinde vukufiyetle izah etmiştir. Kimlik çalışmalarına yeni bir boyut getirerek yeni Türk Kimliği’nin inşa yollarını göstermiştir.

(*)  POL-DER:  Kurucuları arasında Alevi ve sol görüşlü olduğu söylenen Hüseyin Kocadağ’ın da bulunduğu sol görüşlü polislerin 1969 yılında kurduğu dernektir. Daha sonra da etki-tepki sistemi uyarınca sağ görüşlü polisler tarafından POL-BİR kuruldu. Her iki dernek de 12 Eylül darbesiyle birlikte kapatıldı. Hüseyin Kocadağ, 1986 yılında meslekten ihraç edildi ise de Danıştay kararı ile mesleğine geri döndü. 3 Kasım 1996’da sağ görüşlü Abdullah Çatlı’nın da içinde bulunduğu otomobilin bir kamyona arkadan çarpması suretiyle meydana gelen kazada öldü.

(**) DEV-YOL:  Devrimci Yol Hareketi adı ile sol görüşlü anarşist Mâhir Çayan’ın geliştirdiği ideolojik-politik görüşlerin doğruluğunu savunan grup tarafından 1974 sonrasında kuruldu. Solcu anarşist THKP-C’nin devamıdır. Şehirler dışında faaliyet gösterdi. Çok sayıda militanı jandarma ile giriştiği çatışmalarda öldü. 

Kaynak: http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/haber92129-Serafettin_Yilmaz_Dostu_Ulkudasi_ve_Avukati_Olarak_Merhum_Nevzat_Koseoglunu_Anlatiyor.html

kosoglu
MİSTİK MİLLİYETÇİ:  NEVZAT KÖSOĞLU
Cemal Kurnaz

Bana göre, Nevzat Kösoğlu’nu milliyetçilik düşüncesi içinde farklı kılan yönlerinden en önemlisi doğrudan “Kur’an”ı hareket noktası olarak almasıdır. O, Kitab’ın ortasından konuşan, Kitap şuuruna sahip bir milliyetçidir. Onun milliyetçiliğinin ölçü ve çerçevesini Kur’an belirler.
Ona göre, insan olarak da millet olarak da güçlü ve şahsiyetli olabilmemizin yolu, imanımızın bize emrettiği ölçüleri davranışlarımıza hâkim kılmak; hayatı, imanımızın gösterdiği biçimde şekillendirmektir. İnsanlar gerçekten inandıkları zaman, imanlarının ölçüleri ile ölçülenirler, şekillenirler; bütün eylemleri de bu ölçülere göre gerçekleşir. İçinde imanın ölçülerine göre düzenini kuran toplumlar, dış dünyada da aynı düzeni kurarlar; medeniyet denilen şey de budur.
Daha çok İslamcılık düşüncesine özgü gibi görünen bu özelliğin onun gibi milliyetçi bir kişide ortaya çıkması açıklanmaya muhtaçtır.
O da her Türk ailesinde olduğu gibi Müslümanlık kültürü içinde yetişmiştir. Çocukluk çağının hatıraları arasında buna dair bilgiler yer alır. Yolculuklarda dağ başlarında okunan ezanlar, topluca kılınan namazlar onun hatıraları arasında özel yer tutar. Ama bütün bunlar tek başına onun bu bakış açısını açıklamaya yetmez.

Üniversiteliler Kültür Derneği

Kösoğlu 1964-65 yıllarında geldiği Ankara’da Üniversiteliler Kültür Derneği’nde yeni bir arkadaş çevresi bulur. Düşüncelerinin oluşması ve olgunlaşmasında bu çevre belirleyici olur. Onun görüşlerini anlayabilmek için Üniversiteliler Kültür Derneği’ni anlamak gerekir.
Biz Ayvaz Gökdemir’in açıklamalarına bakalım:
Onun söylediğine göre, bu derneği kuranlar, “Hak dostluğu”nu hedef alan idealist gençlerdir. Emekli asker Vecihi Öğütçüoğlu’nun rehberliğinde “Hak dostluğu”nu kavramaya ve “Hak dostu” olmaya çalışırlar. Birbirini eğitip geliştirmek, birbirine gözcü ve bekçi olmak, Allah’ın rahmet ve inayetine sığınmış bir “garipler dayanışması” kurmak isterler. Kâmil adamlar olmak ve millete mükemmel hizmetler sunmak arzusundadırlar. Amaçları, nasipse manevi bir inkılâbın, bir ruh inkılâbının öncüleri olmaktır. Allah rızası için üst üste konan ellerin üçüncüsü, dördüncüsü, beşincisi… “Allah’ın eli” olacaktır diye inanırlar. Bu sebeple dışa karşı müstağni, talepsiz ve oldukça kapalıdırlar.
Tasavvufu sever ve tasavvuf kavramlarını çok kullanırlar. Tasavvuf büyüklerine çok derin hürmetleri vardır. Ama hiçbir tarikata bağlılıkları yoktur. Duruşları, tertiplenişleriz tarikata benzer, fakat tarikat değildir. Rehberleri, Sokrates gibi çaplı, ufuklu, yiğit bir insan olan emekli bir subay Vecihi Öğütçüoğlu’dur.. Normal hayatlarını yaşarken çok tabii bir şekilde onları yönlendirir. Doğrudan bir telkinde bulunmaz. Problemleri verir, kendisi geri çekilir. Onlara sorular sorar, nadiren kendisi bir açıklamada bulunur. Kendi aralarında ve onun yanında hiçbir usule kaideye tâbi değillerdir. Sadece her insan için her durumda söz konusu olan terbiye, ahlâk ve muaşeret kaideleri ile bağlıdırlar. Etkili bir insandır. Kendisini çok sever, sayar ve önünde bir hata yapmamaya itina ederler. “Ben sizin şeyhinizim, bana biat ediniz” dese hiç tereddütsüz biat edebilecek durumdadırlar. Ama o ısrarla kendisinin bir şeyh olmadığını söyler. Onları ne tarikata girmeye, ne tarikat olmaya teşvik eder. “Hak dostu” olun der. “Yüksek karakterli Türkler olmak..” İşte hedef budur. Bunun için imanlı ve yiğit olmak gerekmektedir. Yiğitlik; kabadayılık, serserilik veya şişkin pazulu olmak değil, varını yoğunu Allah yoluna, vatan veya millet yoluna adamaktır. Devlerle karşılaşsa tüyü kıpırdamayacak, ölüm önüne çıksa onu bir tas su gibi içip geçecek bir seciye. Nefsaniyetine zincire vurulacak bir köpek muamelesi yapmak, mutlak iffet ve imsak ile yaşamak. Onların tarihteki modelleri “derviş gaziler”dir. Onların amacı, derviş terbiyesi almış hizmet akıncıları olmaktır.
Nevzat Kösoğlu, Vecihi Öğütçüoğlu’nun hayatlarında özel bir yeri ve etkisi olduğunu söyler. Onun telkini ile Kuran meali okurlar, Kuran-ı Kerim Tasnif çalışmaları yaparlar. Bunları Ocak dergisinde yayınlarlar. Cuma namazında Ankara Ulus’ta bulunan Eskicioğlu Camiinde buluşurlar. Öğütçüoğlu’nun istediği gibi bir cemaat olamazlar ama bu beraberlik onların kişilikleri üzerinde etkili olur.
1968 yılından başlayarak Söğüt’te yayınladığı ilk yazılarından görülen bu Kur’anî bakış açısında Öğütçüoğlu’nun ve Üniversiteliler Kültür Derneği’nin rolü olduğu açıktır. Sonradan bu yazıların toplandığı kitaba da adını verecek olan “Kitap Şuuru” yazısı, onda bir ömür boyu devam edecek olan bu bakış açısının ne kadar erken bir dönemde oluştuğunu gösterir.
Nevzat Kösoğlu, çocukluk hatıralarını anlattığı Geçmiş Zamanın Peşinde Yahut Vaizin Söyledikleri kitabında zaman zaman bir “iç ses” gibi Vaiz’in yorumlarına yer verir. Vaiz, onun kurguladığı bilge bir din adamıdır. Şüphesiz ki Vaiz’in dilinden konuşan da kendisinden başkası değildir. Daha önce hatıra kitaplarında denenmemiş olan, romanlara özgü bu anlatım tekniğini kullanarak olayların hikmetini “Kitab”ın penceresinden yorumlar.

Denizlerden derin dağlar

Kösoğlu, bir dağ çocuğudur. Tabiata, özellikle dağlara romantik mistik bir gözle bakar. Onun çocukluğunun dağı Çayırözü dağıdır; İkizdere’ye giderken Ovit yaylasının sağ tarafındaki dağ. Bazı yaz tatillerinde o dağı aşarak Cimil’e gider, yine o dağdan aşarak İspir’e dönerler. Dağın doruğundaki geçitte yük dökülür. Bir yanda geniş Ovit yaylaları, öbür yanda Şeytan Deresinden itibaren, daha dar bir vadideki Kuruyatak ve Verenyayla… Katırcılardan biri yüksekçe bir kayanın üstüne çıkar ezan okur; ıssız yerlerde ezan okumak bir gelenektir; cin taifesi de duysun istenir. O ezanı çok sever; sesinden hiçbir şey hatırlamadığı o ezanlar içinin derin yerlerinde bütün ahengiyle yaşamaya devam eder.
O dağların bir başka yamacında, Büyük Yayla’da çimenlerin üstünde, bütün köy halkıyla birlikte kıldığı Cuma namazını da hiç unutamaz; onu daima, bir namazdan daha fazla bir şey olarak hatırlar ve çağrışımlarının zenginliğine şaşar.
Lamartin, dağların insanlarla çok eski çağlara varan bir akrabalığı vardır der. Eliade da, bütün eski dinlerde, yerle göğün birileştiği yer olarak dağın çift yönlü kutsallığı bulunduğunu ve evrenin merkezinin dağlar olduğunu söyler. Gök, kutsalın ve aşkınlığın alanıdır; dağ ise ona en yakın olandır. Bütün mitolojilerde kutsal bir dağ vardır. Eski Türkler Tanrı Dağlarındaki Atalar Mağarasına her yıl çıkar, törenler yapar ve kurban keserler Hazreti Peygamber Hira Dağındaki mağarasına çekilerek tefekkür eder. Kösoğlu, bu düşüncelerle, “Acaba insan dağlarda kutsala yaklaşmakla günahlarından da mı arınıyor?” diye sorar. Kendi kendine, bu dağlar sırlarını saklamasalar; kim bilir yüreklerinde neler var, diye düşünür. Sessiz ve durgun dağlar ona denizlerden daha derin görünür. İnsan ıssız dağ başlarında büyüklüğünü değil, belki yaratılmışlığını daha bir derinden duyumsayabilir, Tanrısal olanı hatırlayabilir, der.

Bir türlü yağamayan bulutlar gibi

Kösoğlu, mistik dünyası zengin bir insandır. Onun mistik dünyasını anlatan ilginç bir köpek hikâyesi vardır. Uyku ile uyanıklık arasında, yakaza halinde yaşanmış ilginç bir olay:
1976 öncesi. Henüz evlenmemiş. Dar günlerinden biri. Ankara Dışkapı’da oturmaktadır. Bir gece sabaha doğru uyanır gibi olur; ama uyanmış da sayılmaz. Kendini upuzun yatmış durumda görmektedir; karşıdaki kütüphanesini ve üstündeki soba deliğini de görebilmektedir. Fakat bir bulanıklık, eşya üzerinde bir sis var gibidir. Birden o sesi duymaya başlar. Aşağıdaki kuytuluktan gelen sakin, yumuşak ve ahenkli ses şöyle demektedir: “Her şey Allah’tandır, her şey Allah’tandır, her şey Allah’tandır!…” Bu sesi üç kere duyar. Üçüncüde irkilerek uyanır; eşya üzerindeki o sis, hafif bulanıklık kaybolur. Aşağıdaki kuytudan bir sokak köpeği ayni ses ve ahenkle devam etmekte, ulumaktadır. Yattığı yerden kıpırdayamaz; köpek ulumakta ve o anlamaktadır. Ömründe bir daha yaşamadığı yoğun bir zevk halindedir.
Kösoğlu, sokak köpeğinin söylediklerini hep, kaderle ilgili olarak algılar. Yani, hayır ve şer Allah’tandır; sabırlı ol, direncini yitirme, büyüklenme yahut ümitsizliğe düşme, şeklinde yorumlar. Bilgileri arttıkça yorumu biraz daha zenginleşir: Sebeplere takılıp kalma, onlar gerçek oluşların örtüsüdür, o düzeyde kalırsan engelleyicidir…. Yıllar sonra, vahdet-i vücut konusunda düşünürken, insan Allah değildir ama Allah’tandır, der.
*
Bir yaz canı çalışmak istemez; tatil için yaylaya giderken yanına sadece Abdülkadir Geylanî’nin kitaplarını alır. Hazretin ateşli vaazlarının bir kısmını önceden okumuştur. Yeni baştan yoğunlaşmanın yararlı olacağını düşünür. Geylanî özellikle imanı vurgular ve sürekli nefsin ıslahını, arınmayı öğütler. Arındıkça ve sebeplere bağlanmayıp her şeyi Hak’tan bildikçe, önündeki perdelerin bir bir kalkacağını; kişinin yükseleceğini, varlığa egemen özgür bir efendi olacağını söyler. Kösoğlu, bunların hepsini okur ve notlar alır. Fakat kendisinde bu haller ortaya çıkmadığını görerek, Kur’an’ın “Kitap yüklü eşekler” hitabını hatırlar, hüzünlenir.
*
Kösoğlu, iç dünyasında arayışları olan, duygulu bir insandır. Bazen içi daralır, bir türlü yağamayan bulutlar gibi olur; gökyüzü ile yeryüzü arasında kendine yer bulamaz. Bu hali anlayamaz, açıklayamaz. İnançsızların haline dair ayeti hatırlar, korkuya kapılır.
Bir gün, büyüklerden birinin sözlerini okur: Müminin kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır, bazen sıkar bazen gevşetir. Bu, kalbin terbiyesi içindir; üzülmeyin, karamsarlığa kapılmayın, bu sizin gelişme sürecinizin aşamalarındandır. Kendisi ileri yaşlara geldiği halde kalbinin hâlâ terbiyeye muhtaç olmasından dolayı hüzünlüdür. Ama bu bilgiyle rahatlar, yüreğine direnç gelir. Bu hallerin ardından hep bir rahmet ummaya başlar. Ve bir gün, kim bilir kaç kere okuyup da geçtiği o güzel ayeti fark eder: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla sükûn bulur.” Derin bir mutluluk duyar; günlerce bu mânânın sarhoşluğunda yaşar.
Aradan yıllar geçtiği halde hala gönlü daralmakta, dumanlı dağlar gibi puslanmaktadır. Gönlünün ne istediğini bilemez… Bazen bir türkü denk gelir; ufuklara yayılır gider:
“Ben senin derdini çekemem gönül…”
*
Geylanî, Allah dostlarını bulmayı, onlarla sohbet etmeyi öğütlemektedir. Kösoğlu, eskiden insanların yollara düşüp aradıklarını hatırlar. Vecihi Öğütçüoğlu’nun aksi yöndeki öğütlerine rağmen, okuduklarından tatmin olmayınca bir Hak dostuna bağlanmayı düşündüğü zamanlar da olur.
Bir akşam evden çıkar; içi diken basmış tarla gibidir. Cebeci tarafında oturan asker arkadaşının evine gider. Arkadaşının Adanalı kayın pederi berberdir ve kızına ziyarete gelmiştir. Onunla ortak hiçbir konunun olabileceğini düşünmez. O, sıradan, düz şeyler anlatmaktadır. Kösoğlu yükseklerde dolaşan somurtkan bir kartal gibi bakar, dinliyor görünmeye çalışır. Söz tasavvufa döner; yine sıradan şeyler söylemektedir. Kösoğlu o sıralar hırsla tasavvuf okumaktadır ve Berber Amcayla kıyaslanamayacak kadar çok şey bilmektedir. O gayet sakin ve yumuşak bir sesle konuşmasını sürdürür. Konya’daki bir veli kuldan söz eder; ona gitmesini öğütler.
Sonunda kalkar. Dışarıda serin bir sonbahar havası ve gökte irileşmeye başlamış bir ay vardır. Eski Konservatuar’ın önünden Bent Deresi’ne doğru yürümeye başlar. Bir an hafiflediğini, içinin hozan tarlasının çiçeklendiğini, yıkanıp temizlendiğini fark eder. Bir hoş olur. Berber Amcanın yüzünü hatırlamaya çalışır, tam başaramaz. O gece eve kadar yürür mutlu ve derin bir uyku uyur. Arkadaşına, Amca gitmeden tekrar ziyaret etmek istediğini söyler; olmaz, gidemez. O Adana’ya döner. Bir gün birlikte Adana’ya gidelim, “Konya’daki zâtın adresini de alırız” der. Olur, der. Gidemezler. Bir zaman sonra yeniden gitmekten söz ettiğinde, Hakk’a yürüdüğünü öğrenir.

Tevhitten Kaynaklanan Merhamet

Kösoğlu, insan olarak dürüst olmayan, sorumluluğunu yüklenmeyen, temiz olmayan, merhametli olmayanların, millet olarak da âdil ve güvenilir olamayacağına inanır. Ona göre, bizim büyük zamanlarımızı büyük yapan bu tür insanî, İslâmî değerlerdir. Türk dürüst ve güvenilir, Türk devleti âdil olduğu için büyük olmuş, istenmiştir. Gittiğimiz yerlerin halkına, ‘Ah n’olaydı da bu Osmanlı evvel geleydi, bize evvel bey olaydı’ dedirten, Osmanlı’nın insanlığıdır; imanına, ölçülerine sadakatidir.
Kösoğlu, tarihî Türk karakterinde merhametin önemli bir yere sahip olduğunu söyler. Allah’ın bütün isimleri insanda tecelli ettiğine göre, insanın rahmetinin de bütün yaratılmışlara dönük olması gerektiğini düşünür. Vaiz dilinden söylediği şu coşkun sözler, sanki bir şiir çağlayanı gibidir:
“Ey insan! Bütün varlığı şenlendiren rahmettir; ışıklandıran rahmettir; ağacı meyveye durduran, her bir yaratılmışı insan için koşturan rahmettir. Biçare insan! Bunca zayıf ve güçsüzken seni varlığa efendi yapan, ebede aday ve kendine dost kılan rahmettir…
Varlıkta rahmet ve şefkat güneş gibidir; gör onu; gör ilahi mührün ışıldayışını; baharda doğanın dirilişini seyret; rahmettir…
Her işin başı Besmelede Allah’ın rahmetini anarız; Rahmetin arşına yükselmek isteyenlerin miracı Besmeledir… Müminin Besmelesi Allah’ın “kün” emri gibidir…”
İkinci Haçlı Seferi sırasında Türk’ün merhametine dair Nevzat Kösoğlu’ndan öğrendiğimiz şöyle bir olay var: Savaş sırasında cezbeye kapılmış gibi aşk ile düşmana saldıran Türk askerleri, savaş bittiğinde sanki sihirli bir değnek değmiş gibi birer iyilik meleğine dönüşürler ve yaralı Haçlı askerlerine su, yiyecek yetiştirmekte, yaralarını tedavi etmekte yarışırlar. Haçlı aklının kavrayamadığı bu merhamet, adamları şaşkına çevirir; üç bin Haçlı askeri Müslüman olur. Haçlı kaynakları, bunun üzerine şöyle feryat ederler:
“Ey, hıyânetten daha zâlim olan merhamet! Türkler iyilikleri ile dinimizi satın aldılar.”
Yetmiş iki millete bir göz ile bakan Tevhidin öğrettiği bu merhamete insanlığın ne kadar da ihtiyacı var.
Kösoğlu, katıksız amellerin ancak bir şevk haline gelmiş güçlü bir imanla gerçekleşeceğine inanır. Darda kalmış bir insana Allah rızası için, o öyle emrettiği için, gizli açık hiçbir korku, gösteriş ve beklentiye düşmeden el uzatmak böylesi bir saf eylem örneğidir. Vermesini bilen eller, katıksız ameli yakalayabilen yürekler çorak toprakları yeşertir, kendileriyle birlikte toplumu da kurtuluşa götürürler. Kösoğlu, bu düşüncelerini kendi hayatında uygulamaya çalışmış, vakıf faaliyetleri içinde bulunmuştur.
Bu konuda Şaban Abak’ın anlattığı bir olay dikkat çekicidir:
80′li yılların ortalarında Ankara’da, üniversite öğrencisiyken yaşadığı maddî zorlukları aşmak için yarı zamanlı da olsa bir iş bulup çalışarak okulu bitirmek ister. İş bulmasına yardımcı olabileceğini düşünen bir arkadaşın tavsiyesi üzerine Kösoğlu’nu ziyarete gider. Kolej yakınlarındaki An-Da Kitap Dağıtım’da, arka taraftaki özel bölmede oturmaktadır.
Kendini tanıtıp konuyu açınca büyük bir üzüntüye kapılır. Cezaevindeyken de çıktıktan sonra da kendisini hemen hemen arayıp soranın bulunmadığını, ona veya başkasına yardımcı olabilecek imkâna sahip olmadığını ve fakat onlara yardımcı olmanın aslında kaçınamayacakları bir görev ve sorumluluk olduğunu söyler. Bu sırada ağlamaya başlar. Sanki dolu bir bardağa son bir damla eklemiştir.
Çıkışta Abak’ı uğurlarken içtenlikle boynuna sarılır. O sırada elini göstermeden, cebine soktuğunu hisseder.
Cebeci’ye doğru yürürken çıkarıp bakar. Kullanımdaki en büyük banknottan iki adet parayı kıvırıp cebine sokmuştur. Bu sefer ağlama sırası Şaban Abak’tadır.”

Nar satan çocuk

Kösoğlu 1979 yılında Özer Revanoğlu ile Mersin’den Konya üzeri Ankara’ya dönmektedir. Göksun vadisinden Toroslar’a tırmanırken yolun biraz genişlediği ve vadinin pek güzel görüldüğü bir yerde dururlar. Aşağı köylerden gelen bir kısım insanlar meyve satmaktadır. 9-10 yaşlarında bir çocuk da sepetine nar doldurmuştur. Revanoğlu, eline bir nar alır, evirip çevirirken ‘Tatlı mı?’ diye sorar. ‘Tabiî abi’ der çocuk. O, bir yandan nar seçerken, konuşukluk olsun kabilinden ‘Doğru söyle lan!’ diye sorar. Çocuk başını sepetten kaldırır, dikelir ve şöyle der:
‘Biz ülkücüyüz abi, yalan söylemeyiz!’

Hiç bir şey diyemezler. Söylenecek her söz, yapılacak her hareket, fazla olacaktır. Narları arabaya koyarlar ve yola koyulurlar. İkisi de büyülenmiş gibidir. Uzun süre tek kelime konuşamazlar. Sonra Revanoğlu şöyle söyler:
‘Bu namussuz millet böyledir işte. Yıllardır vatan-millet diye koşturuyoruz; tam, yoruldum, bittim, artık bırakıyorum dediğim anda, birisi çıkıp bir lâf ediyor; bırak bırakabilirsen… Şimdi, bu hızla kim bilir daha kaç yıl dolaşacağız!’

Kösoğlu, milletinin fertlerinde gördüğü hasletlerden etkilenen bir kişidir. Hatıralarında bu olaya yer vermiş olmasının bir sebebi olmalı. Bu, imanın heyecana, heyecanın katıksız amele dönüşmesinden başka bir şey değildir. Eğer zamanın bir ruhu var ise, o günkü samimiyetin, ruhaniyetin dağ başlarına kadar sirayet ettiğini, 9-10 yaşlarındaki çocuklar da bile tecessüm ettiğini bu anekdot kadar ne anlatabilir?

İddiamıza lâyık olmak

Nevzat Kösoğlu, Allah’ın rızasını kazanmak, haysiyetli bir millet olmak ve üstün bir medeniyete kavuşmak istiyorsak, tek tek Türkler olarak insanî ve İslâmî ve millî değerlerimizi nefislerimizde göstermek zorunda olduğumuza inanır. Nefislerimiz karşısında kazanacağımız her başarının, büyük Türk medeniyeti yolunda atılmış ciddi bir adım olacağını söyler. Türk milliyetçileri bazı konularda başarısız oldularsa, bunun sebebini, iddialarına uygun iman ve amel eksikliğinde aramalıdır. Onun, tarihî Mamak savunmasındaki şu görüşü, bu bağlamda değerlendirilebilir:
“Bana öyle geliyor ki biz, insanlar için, ülkemiz için istediğimiz ve savunduğumuz fikirlerden ötürü değil, bu düşüncelere layık kimseler olamadığımız için yargılanabilirdik. Zâhiri sebepler ne olursa olsun, belki de yargılanmamızın gerçek sebebi budur ve belki bizi yargılayan güç de bunun sıradan bir vesilesidir. Gerçeği Allah bilir.”

Nevzat Kösoğlu, yeni bir medeniyet tasavvurunun, atalarımızın yaptığı gibi, yeni bir iman ve buna bağlı bir eylemle gerçekleşeceğine inanır. Bunun için referans olarak Kur’an’ı ve onun ölçülerini esas alır. Bu bakış açısında, gençlik yıllarında içinde bulunduğu Üniversiteliler Kültür Derneği çevresi etkili olur. Bu çevresinin etkisiyle, kültür, medeniyet, kimlik ve millet konularına yeni yorumlar getirir. İç dünyasındaki mistik arayışlar da onun milliyetçilik anlayışına farklı bir boyut kazandırır.
Bizim, sınırlı sayıdaki örnekten yola çıkarak ortaya koyduğumuz bu özellikleri, bütün eserleri göz önünde bulundurarak yapılacak akademik bir çalışmada daha ayrıntılı ve kapsamlı şekilde görmemiz mümkün olacaktır.

Nevzat Kösoğlu Sempozyumu’ndaki bildiriden bir kesit…
Çok daha fazlası kitapta yer alacaktır.

Kaynak: http://www.varanhaber.com/haber/sanat/mistik-milliyetci-nevzat-kosoglu.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder