14 Kasım 2014 Cuma

Babanzade Ahmet Naim Bey




Bağdat mektupçularından Mustafa Zihni Paşa’nın oğlu olan babanzâde ahmet naim, 1872 yılında bağdat’ta doğdu. son devrin hem felsefe, hem dini ilimler sahasında en kapasiteli alimlerinden olan naim efendi, bağdat rüştiyesi’ni bitirdikten sonra istanbul’a geldi. sırasıyla galatasaray sultanisi, ardından mülkiye mektebi’ni bitirdikten sonra aynı yıl 1894 hariciye nezareti (dışişleri bakanlığı) tercüme kaleminde çalışmaya başladı.
aynı zamanda mektep tahsilinin yanında medreselerde okutulan islami bilgileri de tamamlayarak arapçasını da ilerletti.
maarif nezareti (milli eğitim bakanlığı) tedrisat müdürlüğü de yapan ahmet naim, mezun olduğu galatasaray lisesi’nde arapça derslerine girdi. daha sonra milli eğitim bakanlığı tercüme dairesi azalığına (üyeliğine) getirildi. orada çok ciddi çalışmalarda bulundu.
bu görevin ardından darulfünun edebiyat fakültesi’nde müderrisliğe (profesörlüğe) başladı. burada, felsefe, psikoloji, ahlak, mantık, metafizik (ilmi mabadet, tabia) derslerini okuttu. bir ara buranın rektörlüğünü (umum müdürlük) de yürüttü. daha sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte okula alınmayarak, emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı.
13 ağustos 1934 tarihinde sabah namazını kılarken secdede vefat etti. edirne kapı mezarlığı’na defnedildi.

buhari tercümesi ve ahmet naim bey
türkiye büyük millet meclisi’nde 21 şubat 1925 tarihinde diyanet işleri reisliği bütçesi görüşülürken ilmiyeden eskişehir mebusu abdullah azmi efendi 53 arkadaşının imzasıyla bir önerge sunmasının üzerine gerek kur’an-ı kerim’in ve gerekse islami eserlerin türkçe’ye tercümesine karar verilir.
bu kararın akabinde diyanet reisi ahmet hamdi aksekili bu işi yürütecek ehil insanları tesbite çalışır. uzun bir uğraşı neticesinde kur’an mealini mehmet akif ersoy’a verirler. buhari’nin tercümesini de babanzâde ahmet naim bey’e tevdi ederler.
babanzâde ahmet bey, buhari’nin iki cildini bitirip üçüncü cildinin müsvettesini tamamlamıştı ki, ömrü kafi gelmedi. bayrağı kamil miras devraldı. tamamlanan buhari tercümesi, “tecrid-i sarih” olarak 12 cilt ve bir de fihrist olarak hizmete sunuldu.
özellikle ilk ciltteki hadis –usul- hakkında yazmış olduğu geniş malumat takdire şayandır.

şehbenderzade filibeli ahmed hilmi bey gibi babanzade ahmed naim bey de galatasaray mezunu bir islamcıdır. özellikle ırkçılık mevzusuna karşı yazdığı yazılarla etkili olan ahmed naim bey bir sabah namazı esnasında seccade'de vefat etmiştir.

bunun üzerine elmalılı hamdi efendi şöyle der;

verdi ser hamdi bu tarihe cihan
secdeden gitti hüda'ya naim

Ayrıca Bakınız: http://www.isam.org.tr/documents%5C_dosyalar%5C_pdfler%5Cislam_arastirmalari_dergisi%5Csayi04%5C189_279.pdf



Hadis Âşığı Bir Felsefeci: Babanzâde Ahmed Naim Bey


Ahmed Naim, son dönem Türk toplumunu, fikren ve rûhen besleyen önemli kaynaklardan biridir.. ve ilim, irfan hayatımız adına gelecek nesillere dünya kadar mîras bırakmıştır.

Ahmed Naim, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuri­yet’in ilk yıllarında yaşamış mütercim, felsefeci ve yazardır. 1872 yılında babasının görevli olarak bulunduğu Bağdat’ta doğdu. İlköğrenimini Bağdat’ta gördükten sonra İstanbul’a geldi ve daha sonraki hayatını burada geçirdi. Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi’ni bitirdi. Hâriciye Nezareti’nde mütercim olarak göreve başladı. Daha sonra Maarif Nezareti’ne geçti ve burada çeşitli görevlerde bulundu. 1914–1933 yılları arasında Dârülfünûn’da felsefe dersleri hocalığını yaptı. 1919 yılında Dârülfünun’a rektör oldu. Bir süre a’yan azalığı yaptı. 1933’te yapılan üniversite reformuyla görevine son verilen Ahmed Naim, “Felsefe Dersleri”, “Mebadi-i Felsefe’den İlmu’n-Nefs” ve "Mantık" adlı telif ve tercüme eserleriyle, felsefe sahasında değerli bir mütercim ve felsefeci olarak tanınmıştır.

Bu yazıda; Ahmed Naim’in üstlendiği resmî görevler ve esas sahası olan felsefeciliğinden ziyade1, hayatının resmî olmayan yönü, fikirleri, ahlâkî yapısı ve özel bir ilgi duyduğu İslâmî ilimlerdeki gayretleri üzerinde durulacaktır.

Ahmed Naim, birçok ilim, sanat ve devlet adamı yetiştiren ünlü Babanzâdeler ailesine mensup Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Zihni Paşa Osmanlı’nın son döneminde Irak, Yemen, Antalya, Bolu mutasarrıflıkları gibi önemli görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır. Hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğu olduğu için Naim Bey, iyi bir eğitim almıştır. Dönemin itibarlı okullarından Galatasaray Lisesi ve Mülkiye Mektebi gibi modern eğitim veren okullarda okudu. Kardeşleri İsmail Hakkı, Hüseyin Şükrü ve Hikmet de Hukuk veya Mülkiye’den mezun oldular. Dönemin düşünce ve siyaset hayatında önemli yerlerde bulunmuş olan bu ailenin fertleri arasında dindarlığı ile tanınan sadece Ahmed Naim’dir. Eski İttihatçılardan olan İsmail Hakkı 1910’da Maarif Bakanlığı yapmıştır. Gazeteci yazar olan Şükrü Baban (ö. 1959) ise hukuk fakültesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Babanzâde ailesinin en küçüğü, Hikmet Baban’dır ve nesil, onun oğlu Cihat Baban’la (ö. 1984) devam etmiştir. Gazeteci ve yazar olan Cihat Baban çeşitli dönemlerde CHP’den milletvekili olmuş, 1960 ve 1980 darbe hükümetlerinde bakanlık yapmıştır.

Klâsik medrese öğrenimi görmeyen Ahmed Naim’in ilk dinî eğitimini nereden aldığına dâir bir bilgiye sahip değiliz. Ancak onun daha lise yıllarından itibaren ibadetine düşkün olduğu, devre arkadaşlarının anılarında dile getirilmiştir. Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliğini anlatan Erişirgil, çalışkan ve çok terbiyeli bir öğrenci olan Ahmed Naim’in, Fransızca ve Arapçasının çok iyi olmasıyla ve genç yaşlarından itibaren ibadetlerine olan düşkünlüğüyle tanındığını belirttikten sonra şöyle der: “Kafasını öyle yapmıştı ki, şüphe denen nesne orada yaşayamazdı. Ona göre her şey ya ‘nass’ idi ya ‘hiçbir şey...’ ” 2

Arapçayı Hacı Zihni Efendi’den (1845–1913) öğrenmiştir. Daha sonra yaptığı tercümeler ve bazı dostlarıyla yaptığı okumalar sayesinde Arapçasını ileri bir seviyeye getirmiştir. Yazı hayatına Arapça ve Fransızcadan yaptığı tercümelerle başlamıştır. Arap edebiyatından seçtiği edebî parçaların tercümelerini, Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlamıştır. Fransızcadan yaptığı felsefî eserlerle ilgili tercümeleri ise Dârülfünun Edebiyat Fakültesi mecmuasında yayımlamıştır.

Ahmed Naim, dönemindeki fikir akımlarından İslâm­cılık görüşünü benimsemiştir. Bu akımın yayın organlarından olan Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlurreşâd mecmualarında özellikle İslâm dinine yönelik saldırı ve eleştirilere karşı pek çok ilmî makale yazmıştır. Yazı ve kitaplarıyla Batıcılık ve ırkçılığa karşı İslâm akidesini ve birliğini savunmuştur. Özellikle saldırı niteliği taşıyan yazılara cevap verirken, “Müdafaat-ı Diniyye = Dini Savunma” başlığını kullanmıştır. Çok evlilik, tesettür, din ve devlet ayırımı gibi konularda yazılar yazmıştır. Bu bağlamda Hüseyin Cahid, Tevfik Fikret, Ahmed Emin, filozof Rıza Tevfik gibi Batıcılarla kalem kavgaları vardır.

Dinî muhtevalı yazılarında İslâm inanç esaslarını anlatırken, İslâm dininin akla ve mantığa uygun olduğu, ilerlemeye engel olmadığı tezini işlemiştir. Bu arada dinde yapılmak istenen modernist yorumlara şiddetle karşı çıkmıştır. İslâm toplumunda ortaya çıkan problemlerin çözümünün Kur’ân ve Sünnet’te aranması gerektiğini savunmuştur. İyi derecede Fransızca bilen bir felsefeci olmasına rağmen Batı uygarlığına karşı temkinli davranmıştır. Avrupa’nın ilim ve fennini alırken, kendi kültür ve değerlerimizi korumak gerektiğini belirtmiştir.

Siyasî yazılarının temelini İslâm birliği ve kardeşliği oluşturur. Bu çerçevede Arapçılık ve Türkçülük akımlarına yazılarıyla karşı çıkmış; ırkçılığın dinî ve siyasî açıdan tehlikeleri ve zararlı sonuçları üzerinde durmuştur. “İslâm’da Davayı Kavmiyet” adlı eserinde ırkçılığın İslâm’a aykırı oluşunu ve tehlikeli sonuçlarını uzun uzun açıklamıştır. Bu konuda dönemin milliyetçi kalemleri Ahmed Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimlerle polemikleri vardır.

Ahmed Naim, esas ihtisas alanı olan felsefede şüphesiz çok önemli çalışmalar yapmıştır. Ancak, onun en çok sevdiği ve ilgilendiği ilimler İslâmî ilimlerdir. Öyle ki arkadaşlarını tefsir, hadîs ve fıkha ait malumatına göre bilgili ve bilgisiz diye ayırırdı. Kelâm, fıkıh, tasavvuf ve İslâm düşüncesine dair yazıları bulunmakla birlikte, İslâmî ilimler alanında özellikle hadîse ilgi duymuştur. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi bu alandaki en önemli eseridir.

Aslında kendisi düzenli bir hadîs öğrenimi görmemiştir. İslâmî kültürün diğer sahalarında olduğu gibi hadîsi de şahsî gayret ve çalışmalarıyla öğrenmiştir.

Hadîs ilmine olan ilgisinin tam olarak nasıl başladığı bilinmemekle birlikte, bu ilginin yazı hayatının ilk yıllarına uzandığı görülmektedir. 2. Abdulhamid döneminde yazdığı bir makalede hadîs-i şerîflere daha uygun olduğu için, mensubu bulunduğu Şafii Mezhebi’nin ilmî açıdan daha kuvvetli olduğunu savunan bir makale yazmıştır. 1908 yılında yayın hayatına başlayan Sırât-ı Müstakîm mecmuasına gönderdiği bir mektupta, fikren ve hissen ölmüş bulunan ümmetin yeniden dirilmesinin, hadîs ve Sünnet’le mümkün olacağını belirterek, mecmuanın bu konudaki yayınlara ağırlık vermesini tavsiye etmiştir. Hadîste uzman olmadığı hâlde hiç olmazsa tercüme yoluyla hizmete talip olduğunu belirtmiş ve ez-Zebîdî’nin Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ini vakit buldukça tercüme edip yayımlanmak üzere göndermek istediğini belirtmiştir.

1908 yılında çeşitli mecmualarda yayımlanmaya başlayan hadîs tercüme ve yorumları 1925 yılına kadar devam etmiştir. Bu tercümeler, aynı zamanda hadîslerin medya yoluyla yayılmasında bir ilki oluşturmaktadır. Mecmualarda sadece hadîs tercümeleri değil, hadîs merkezli yazılar da yazmıştır. Ömrünün son yıllarını ise tamamen hadîs ilimlerine adamıştır. Bu sıralarda, şöyle dediği söylenir:

“Hadîs tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca, ondan önceki vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.” 3

Mecmualardaki hadîs tercüme ve yorumlarındaki başarısı, daha sonra ‘Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh’ hadîslerini tercüme işinin ona verilmesini sağlayacaktır. 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi ve tefsiriyle birlikte bir hadîs kitabının tercümesi kararı alındığında, Mehmed Âkif’in tavsiyesiyle tercüme işi ona verilir. Âkif’e göre istenen şekilde bir tercüme Naim’den başka hiçbir babayiğidin harcı değildi.

Ahmed Naim, tercüme işiyle resmen görevlendirildiğinde, 25 yıllık bir mütercimlik deneyimine sahipti. Bu deneyimine hadîse olan özel ilgisi de ilâve edilince, ortaya mükemmel denebilecek bir Buhârî tercümesi çıkmıştır. Asıl branşı felsefe olmasına rağmen, bu ilgisi sebebiyle daha çok hadîsçi olarak tanınmıştır.

Ahmed Naim’in, bu tercümesinin bir özelliği de Sahih-i Buhârî’nin ilk Türkçe çevirisi olması ve ondan sonra yapılan tercümelere kaynaklık etmesidir. Çünkü onun zamanına kadar Buhârî, Türkçeye tercüme edilmemiştir. Deneyimli ve uzman bir mütercim olarak yaptığı tercümeler, alanında bir çığır açmıştır. Bu tarz, daha sonraki Kur’ân ve hadîs tercümeleri için bir örnek oluşturmuştur. Klâsik hadîs usulü kaynaklarındaki bilgileri başarılı bir şekilde özetlemiş, zaman zaman kaynak kritiği de yapmış ancak klâsik hadîs çizgisi içerisinde kalmaya özen göstermiştir.

Hadîsçilerin rivayet metotlarını, “methode historique” denen tarih metodolojisi kurallarıyla mukayese ederek tarih tenkit kurallarının, hadîsçiler tarafından asırlarca önce sened ve metin tenkit kuralları adı altında başarılı bir şekilde uygulandığını göstermeye çalışmıştır. Ona göre hadîsçilerin geliştirdikleri metotlar güvenilir ve yeterlidir. Dolayısıyla hadîs tashihinde onların değerlendirmelerine bağlı kalmak gerektiğini savunmuştur.

Ahmed Naim; vahiy, mucize, melek, cin, isra ve mi’rac gibi duyularla algılanamayan konularla ilgili hadîsleri izah ederken, günün modasına uyarak onları rasyonelleştirme gayreti içinde olmamıştır. Ona göre akıl her zaman imkân sahasının sınırlarını belirleyemez, dolayısıyla tarihte olduğu gibi bugün de imkânsız gibi görünen şeylerin zamanla gerçek diye ortaya çıkabileceğini, zamanındaki keşif ve icatlardan örnekler vererek açıklamıştır. Bu yüzden açıklamalarında, hadîsleri çağdaş bilimin verilerine uydurma gibi bir gayret içerisinde olmamıştır. Zaman zaman müspet ilimlerin verileriyle bazı gaibî konuları telife çalışır; ancak asla zorlama yorumlarda bulunmaz. Böyle durumlarda tercihini hadîsten yana koymuştur.

Ona göre, İlâhî kitapların gayesi, insanların akıl ve tecrübe sayesinde kendiliklerinden keşfedebilecekleri kâinat hakikatlerini öğretmek değildir. İlâhî kitapların hedefi, bundan çok daha önemli olan sahih akide, insan ruhunu güzelleştirme, her iki dünyada hayır ve iyiliklere vesile olan amelî hükümler, kalb ve beden temizliği gibi ulvî değerleri öğretmektir. Onların tabiat ilimleri ve astronominin alanına girebilecek konulardan ara sıra bahsetmeleri ise, Rabbanî kudretin delillerine dikkat çekmek içindir.

Ahmed Naim eserinde, gerek daha önceden yaşamış müsteşriklerin gerekse çağdaşlarının hadîslere yönelttikleri bazı eleştirilere de cevaplar vermiştir. Hadîslere yönelik eleştiriler karşısında savunmacı bir tutum benimsemiştir. Ancak telâşlı değil, soğukkanlı ve ihtiyatlıdır. Geleneksel metotların doğruluğu konusunda en ufak bir tereddüdü söz konusu değildir. Bu yüzden iç tenkit yaptığı görülmez. İslâm kültürünün ve hadîslerin yoğun olarak eleştirildiği bir dönemde, aslında onun bu tavrını, özgüvenle kendi değerlerini sahiplenmek olarak görmek gerekir.

Meslekten bir hadîsçi olmamasına rağmen, Türkiye’de son yüzyılda hadîs çalışmalarını yeniden canlandırmış, hadîs usulü ve hadîs yorumlarına orijinal katkılarda bulunmuştur. Tecrîd-i Sarîh ve Nevevi’nin Kırk Hadîs’i uzun yıllar Türkiye’de hadîs konusundaki bilgi ihtiyacını karşılamış ve adeta birer klâsik hâline gelmiş önemli eserlerdir. Bunlar yeniden gözden geçirilip modern bir baskıya kavuşturulursa daha uzun yıllar bu ihtiyacı karşılayabilecektir.

Hem felsefî alanda hem de İslâmî ilimler konusunda iyi bir birikime sahip olan Ahmed Naim, tasavvufla da ilgilenmiştir. İslâm düşüncesinin zengin bir tasavvuf felsefesine sahip olduğunu belirtmiş ve bunu Batı felsefesine bir alternatif olarak göstermiştir.

Naim Bey, Halveti Tarikatı’nın şeyhi ve zamanın önde gelen mutasavvıflarından Fatih türbedârı Ahmed Âmiş Efendi’ye (1807–1920) intisap etmiştir. Âmiş Efendi ömrünün son yıllarını onun evinde geçirmiştir. Ahmed Âmiş Efendi’nin etrafında toplanan bütün tasavvuf müntesipleriyle tanışır, görüşür; fakat tasavvufun ana meselelerinde onlarla tamamıyla aynı fikirde değildir. Sağlam bir şeriat ve fıkıh bilgisine sahip olan Ahmed Naim özellikle “vahdet-i vücud”, “İrade”, “sırr-ı kader” gibi meselelerde onlardan farklı düşünür ve bu gibi konuların ulu orta konuşulmasından rahatsızlık duyardı. Bu çerçevede meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabî için Şeyh-i Ekber diyecek kadar büyük saygısı olmasına rağmen onun şeriatın zâhirine aykırı olan sözlerinin, dalalete sevk edebilir endişesiyle konuşulmasını ve neşredilmesini tensip etmezdi.

İlim ve irfan ehliyle görüşmeyi çok seven Ahmed Naim, zâhir ve bâtın ilimlerinde tanınmış kimi duyarsa mutlaka onunla görüşürdü. Abdülaziz Mecdi Efendi (v. 1941), Şeyh Esad Erbîlî Efendi (v. 1931) gibi zamanın büyük mutasavvıfları ile görüşmüştür. Özellikle Şeyh Esad Erbîlî’yle iyi görüşür, kendisini sık sık ziyarete gittiği nakledilir. Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de Bediüzzaman Said Nursi’nin sohbetlerini dinlemekten hayranlık duyardı. Tasavvufa bağlılığı, Âmiş Efendi’nin vefatından sonra halifesi M. Tevfik Efendi’yle de devam etmiştir.

Ahmed Naim’den söz eden biyografi ve hatırat kitaplarında, genellikle onun Arapça ve Fransızcaya olan hâkimiyetinden, bilgisinden, titiz bir araştırmacı oluşundan, dürüst ve samimi bir Müslüman oluşundan söz edilir. Dostları, meslektaşları ve öğrencilerinin onun hakkında yazdıklarına göre, Ahmed Naim, “selef-i salihin siretinde yaşamış”, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Onun hem İslâmî ilimleri hem de Batı düşüncesini bilmesi fakat ondan etkilenmemesi, kendi dönemindeki aydınlar için oldukça etkileyici olmuştur.

Şair ve edebiyatçı Mithat Cemal Kuntay (ö.1956) Naim’le ilk karşılaşmasında ‘Namaz kıldığı için, ben onu Fransızca bilmez sanmıştım.’ diyerek şaşkınlığını ifade eder. Ahmed Naim’in bir yandan ‘Le Temps’ gazetesini, diğer yandan Muhyiddin-i Arabî’nin, İmamı Müberred’in eserlerini okuduğunu belirten Kuntay, onun Batı düşüncesi karşısındaki sağlam duruşunu şöyle tasvir eder:

“Başı iki kısımda: Doğu ve Batı! İkisi birbirine karışmayarak yan yana duruyordu: Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler. Bu filozoflara Naim, şaşılacak derecede nüfuz ediyordu; fakat bu filozoflar, şaşılacak acizle Naim’e nüfuz edemiyorlardı…” Hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilmesini Kuntay, “kafası gavur, kalbi Müslüman” olarak tasvir eder.

Üniversite hocalığı yaptığı sıralarda akşamüzeri Beyazıt Camiî yanındaki “Küllük” kahvesinde dostlarıyla ilmî sohbetler yaparlardı. Bu sohbetlere zamanın tanınmış edipleri, şairleri, yazarları ve ilim adamları katılırlardı. Mehmet Âkif’le tanışması da burada olmuştu. Diğer dostları Mehmet Şevket Bey birlikte üçü bir araya gelip klâsik Arapça okumaları yaparlardı.

Naim’in dostları arasında Mehmet Âkif Ersoy’un özel bir yeri vardır. Bu mekânda sıklıkla bir araya gelir, politika, edebiyat ve diğer meseleleri konuşurlardı. İkisi de dairelerinden çıkınca, burada birbirlerini beklerlerdi.

Âkif’i en çok etkileyen yönü, Batı düşüncesine vâkıf olmasına rağmen din konusundaki sağlam inancıdır. Âkif, Naim Bey’le tanıştığı sırada birçok mektepli genç gibi zihni, akidesi tereddütlerle dolu idi. Naim Bey’in kafasında ise şüphe denen nesne yaşayamazdı. Âkif, Naim Bey’le konuştuğu zaman farkına vardı ki, o kendisinden kat kat fazla Fransızca biliyor, kendi kadar da Arapça… Naim, Galatasaray Sultanisi’nden çıkarken Fransızca hocası ona on üzerinden dokuz puan vermişti ki, bu kadar yüksek puanı, mektebin tarihinde bu hocadan kimse alamamıştı ve bu hoca Fransız’dı. Fakat dokuz puan verilen bu Fransızca Naim’i değiştiremiyordu. Âkif, bu değişmeyen Naim’i seviyordu.

İşte Âkif, karşısında böyle gerçek bir ilim adamı görünce ona âdeta vuruldu. Hint ve Mısır âlimlerinin eserleri kadar Avrupa kitaplarını da okuyan adamın beş vakit kıldığı namaz, Âkif için başka bir mânâ taşıyordu.

Nitekim Âkif, daha sonra en çok sevdiği şiiri olan “Secde”yi en sevdiği bu dostuna ithaf edecektir. Naim deyince içimde bir yanardağ tüter diyen Mehmet Âkif için o, sikadandır, ne derse öyledir, sözü sened teşkil eder.

Âkif’in “ashap’tan sonra en sevdiğim adam” dediği Naim’le dostluğu kırk iki sene devam etmiştir. Naim vefat ettiği gün Âkif, ‘Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.’ diyecektir.

Ahmed Naim’in bu örnek yaşantısı, dönemindeki birçok âlim ve aydın tarafından dile getirilmiştir.

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’ye göre Naim Bey selef-i sâlihindendir, Asr-ı Saadet’ten bir parçadır. İlim, irfan, edep, ahlak, namus, şeref, kanaat… ne deseniz bütün faziletler onda mevcuttur.

Çalışma arkadaşı ve aile dostu Muallim Cevdet, Naim Bey’in ahlâkî seciyesi hakkında şöyle demektedir:

…. Kaba taassuptan kurtulmuş, temiz bir Müslüman örneği idi. Edebiyat ve musiki dostu idi. İmanında sabit idi, neye inanmışsa sonuna kadar sâdık kaldı. Onda riya veya kuru sofuluk gibi şeyler yoktu. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Batı ilminin âşığı fakat pozitivizmin düşmanı idi. Onda “Muhammed” bir yürek vardı.

Kendisiyle 25 senelik arkadaşlıkları olduğunu söyleyen Mehmet Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul (ö.1952), Ahmed Naim hakkında şunları yazmıştır: “Merhum kayınpederim Mehmet Âkif gerçi arkadaşlarını ayırdetmez ve hepsini severdi, fakat kalbinde Ahmed Naim’e ayırdığı yer muhakkak ki imtiyazlı idi. Onun için Ahmed Naim’in öldüğü haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlayacak derecede bu aziz dosttan ayrılışının acısını derinden hissetmişti. O zaman gönderdiği mektupta “Onun ölümünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım.” diye yazdığını bizzat görmüştüm. Sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey üzerinde sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak, daima doğruyu söylemek, bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmek ve çok çalışmak gibi meziyetlere sahip olan Naim, hak olduğuna inandığı yolda zerre kadar ayrılmayarak yaşamış ve öylece ölmüştür.”

Kendisinden sonra yarım kalan Tecrid-i Sarih’in tercümesini tamamlayan Kâmil Miras onun bu nezih yaşantısını “O selef-i salihin siretinde yaşamış yüksek bir fazilet örneği idi” diye özetlemektedir. Doğu’nun dinî feyzini Batı’nın fikirleriyle kaynaştırmıştı. Bu özelliğiyle Naim daha sonraki yüzyılda da devam edecek olan, hem Batı’yı hem de Doğu’yu bilen Müslüman aydın tipinin ilk örneğini vermiştir.

Ahmed Naim’in bu örnek kişiliği, muhalifleri tarafından da dile getirilmiştir. Dârülfünun’da beraber hocalık yaptıkları Yahya Kemal Beyatlı (ö.1958), dünya görüşleri farklı olmasına rağmen, Naim Bey’in gülen, gülümseyen ve hayli manidar konuşan bir âlim, özellikle inanan bir insan olmasından hoşlandığını belirtir. Beyatlı, bir yazısı dolayısıyla aralarında geçen kırıcı bir tartışmadan dolayı Ahmed Naim’in aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen özür dilemesini takdir ve hayretle anlatır.

Mülkiyeliler tarihini yazan Ali Çankaya’ya göre, varlığı ile iftihar edilecek, yaşayışı örnek alınacak bir insandı. Halûk, dürüst, münekkit, inançlarına taassupla bağlı bir zâttı.

Ahmed Naim’in öğrencilerinden olan felsefe tarihçileri Macit Gökberk ve Niyazi Berkes, ideolojik bakış açılarının etkisiyle hocalarını zaman zaman alaycı ve tahkir edici bir üslûpla anlatmışlarsa da, onun bazı meziyetlerini itiraf etmekten de kendilerini alamamışlardır. Gökberk şöyle der:

“Naim Bey, dünya görüşlerimiz birbirine büsbütün karşı olduğu hâlde, çok saydığım bir hocamızdı. Genel felsefe ve metafizik dersleri verirdi. İslâm kültürüne hayrandı. Değişen toplum koşulları içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını idi. Cumhuriyet’in en coşkulu en parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu. Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez bir saygı konusu yapıyordu.”

Yeri gelmişken Ahmed Naim’in bu sağlam duruşunu ve tutarlılığını gösteren iki anekdotu aktarmak uygun olacaktır:

Ahmed Naim, Dârülfünun Rektörü iken Maarif Nezareti’nden, İnas Dârülfünu’nun (Kız Fakültesi) kapatılarak kız ve erkek öğrencilerin bir arada okutulması emrini alır. Naim Bey bu emrin geri alınması için uzun uğraşılar verir. Başarılı olamayınca, “Kız ve erkek çocukların bir arada okumalarına izin veremem, bu, dine aykırıdır.” diyerek rektörlükten istifa eder.

Mustafa Sabri Efendi, onunla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:

“Şeyhülislâm olduğum sıralarda A’yan Meclisi’ne girecek azalar arasına Ahmed Naim Bey’i de yazdık. Bunu öğrenen Naim, bir sabah namazından sonra kapımı çaldı.

Hayırdır inşallah Naim Bey, buyurun, deyince şunları söyledi:

‘Efendim A’yan listesini gördüm. Bendenizin de ismi var. Efendi hazretleri bu memleket, bu kadar mı kaht-ı ricale düçar oldu. Adam kıtlığına düştü? Memleket ne hâle geldi? Bendeniz kim oluyorum da a’yandan oluyorum efendim? İstirham ederim efendim beni bu listeden siliniz…’

Naim Bey parçalanıyor neredeyse yalvarıyordu. ‘Efendim ben kendimi bilirim. Layık olmadığım o makamdan alacağım maaşı çocuklarıma nasıl yediririm?’ diyordu.”

Mustafa Sabri Efendi uzun uğraşılardan sonra onu ikna edip geri gönderir.4 Günümüzde ehil olup olmadığına bakmaksızın milletvekili olmak için olmadık yollara başvuran siyasilere Ahmed Naim’in bu tavrı çok şey anlatıyor olmalıdır.

Ahmed Naim 13 Ağustos 1934 Pazartesi günü öğle namazını kılarken ikinci rekâtın secdesinde vefat etmiştir. Vefatından önce tercüme ettiği son hadîs hasta namazına dairdir. Bu hadîsin tercümesi de, tıpkı namazı gibi yarım kalmıştır.

Konuyla ilgili şöyle bir anekdot nakledilir. Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince tercümeyi bitirip bitiremeyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak üzere istihareye yatmıştır. Âlem-i mânâda Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatin arasında. Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve Naim Bey’e enfiye5 ikram etmiş...

Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya (Celal Ökten, ö. 1961) anlatmış ve tabir için Cerrahi asitanesi şeyhi Fahrettin Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar duymaz “Ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek; fakat bunu bu şekilde kendisine söylemeyin.” demiş...”6

Hasta namazına dair hadîsin yarım kalan tercümesi, yarım kalan namazı ve kendisine “secde” şiiri ithaf edilmiş bir insanın “secde”de teslim-i ruh etmesi ancak güzel bir akıbetle izah edilebilir.

Ahmed Naim’in vefat haberini Mısır’da öğrenen Mehmet Âkif, hüngür hüngür ağlamış ve “Onun ölümünü haber aldığım ânda, dünya başıma yıkıldı sandım.” demiştir. Cenazesi Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi. Mehmet Âkif’le yan yana defnedilmeyi vasiyet etmişti. Ne var ki Âkif ‘ten önce vefat etmiştir. Ancak ondan kısa bir süre sonra vefat eden sadece Âkif değil, diğer bir dostu Muallim Cevdet İnançalp da onun yanına defnedildi. Bugün üç dost, Edirnekapı Mezarlığı’nda yan yana yatıyorlar.

Yakın dostlarından Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, şu mısralarıyla merhumun ölümüne tarih düşmüştür:

“Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdede gitti Hûdaya Naim”

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
hhansu@yeniumit.com.tr


Dipnotlar
1. Ahmed Naim’in Felsefe ve Ahlak konusundaki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak, Dergâh Yayınları: İstanbul 2001; Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri,” AÜİFD, XXXVI (1997), s. 297-339.
2. Mehmet Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 258. Bu yazıda zorunlu olmadıkça alıntılar için dipnot verilmemiştir. Diğer referanslar için bkz. Hüseyin Hansu, Babanzade Ahmed Naim Bey, Kaynak Yayınları 2007.
3. E. Edip, M. Âkif, s. 111; M. Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s. 262.
4. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar, Kaynak Yayınları İstanbul 2009, II, 116-117
5. Öğrencilerinin anlattığına göre Ahmed Naim, derslerde (yıl 1929) enfiye kullanırmış. (Bkz. Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler, İstanbul 1982, s. 21). Enfiye kullanmasının bu rüyayla ilgisinin olup olmadığı merak edilmeye değer bir konudur.
6. İsmail Kara, “Rüya İle Sayıların Esrarı Arasına Sıkışmış Bir Secde Ömür”, Dergah Dergisi, XI (2000) 130, s. 3.


MEHMET DOĞAN / BİR OSMANLI KÜRDÜ BABANZÂDE AHMED NAİM BEY


Mukaddime

Bizler birer İkaros’uz. O kanatları balmumundan yapılmış kuş gibi, hep güneşe doğru atılıyoruz. Güneşe yaklaştıkça kanatları eriyen ve daima surette yere çakılan İkaros’a benziyoruz biz de. Bizim güneşimiz morglar, daha doğrusu mezarlıklardır. Bizler, cinayet mahallini müşahede etmek için sürekli oranın etrafında kısık ve suçlu gözlerle dolanıp duran katillere benziyoruz. Morglar ve mezarlıklar, bizim cinayet mahallimiz olup çıktılar.

Edirnekapı’da, Mehmed Akif Bey’in yanı başında, ebedi istirahatgâhında vakur bir meskûn olarak yatan Prof. Babanzâde Ahmed Naim Bey’e okunan her Fatiha, bunları da hatırlatır bizlere. Çünkü biz ve Osmanlı; esasen katille maktul gibiyiz. Çünkü her ne sebeple olursa olsun on yıllardır üzerini kurumlu bir cehalet perdesiyle perdelediğimiz Osmanlı ve o Osmanlının temayüz etmiş nadide şahsiyetlerini ancak bir tevafuk vesilesiyle fark edebiliyoruz.

Bizler birer İkaros’uz ve Osmanlı bizim güneşimizdir.
Kuru ve yozlaşmış bir nostaljiye, sevimsiz bir hamasete ve anakronik panoptikonların dar koridorlarına sığınmadan o güneşten söz etmenin de inandırıcı bir tarafı kalmamıştır. Esasen içinde bulunduğumuz hâl, kötümserlik hislerinin kara bulutlarıyla kaplı bir semâ değil. Tam aksine tatlı bir nikbinliğin verdiği cüretle o güneşe bakma lüksünü nihayet yakalayabildik. Demek ki dakik nazarlar, berbat bir şimdinin verdiği acz ile maziye mahkûm ve oraya öykünme sefilliğinde değildirler. Şimdimizin sarih, nispeten hür ve arayışa sevk eden bir asaleti sebebiyle maziye bakıyoruz; demek ki mazur görülecek bir kusurun müdafaası bizim gayemiz değildir.
Neden Osmanlı güneşine bu ıztırar? Çünkü bizim; insan, hayat, eşya ve âlemle alakalı olarak karşılaştığımız her meselenin sebebi oradadır, kökü ve ilacı da oradadır. Bugün burada zuhur eden bütün meselenin hâlli için, sevimli ve küçük bir adım atmak isteyen herkes; silik ayak izlerini takib ederek mezarlılara, hamûşana, ölü bir Osmanlıya varmak mecburiyetindedir.

Dünya üzerinde nasıl bir ilim lisanı inşa edeceğimizden tutun, bize bulaştırılmaya çalışılan primitif kavmiyetçilik belasına dek… en geniş açıyla pergele dahil olabilecek hemen her mesele için dönüp Babanzâde Ahmed Naim Bey’e bakabiliriz. Babanzâde hazretleri, Osmanlı ihtişamının son parıltılarındandır. O, can vermek üzere olan bir medeniyetin, mahiyeti ve kapsamıyla anlaşılmasını temin edebilecek bir sîret ve sûret sahibidir. O, bir Osmanlı âlimi, Darülfünûn hocası, mütefekkir ve dahi bir Osmanlı Kürd’üdür.

Bu çalışma, Babanzâde hazretlerinin nazik hayatına tutulan küçük bir fenerdir.

Biz Galiba Osmanlıyız

Ortaylı, Osmanlının tarihin gerçek anlamdaki son üniversal, beynelmilel, cihanşümûl İmparatorluğu olduğunu söyler. Türkiye, o sonun çocuğudur. Osmanlıdan Türkiye’ye kalan bütün miras, aynı zamanda Osmanlı ölüsünün yaşamasını temin eden bir sihir olmuştur. Çünkü Osmanlı kendisi gibi tarih sahnesinden ayrılan imparatorlukların hiçbirine benzemeyen bir son bırakmıştır. Müslümanlık ve klasik imparatorluk geleneklerini dünya tarihinde en iyi biçimde meczeden Osmanlı, kendi hâkimiyet alanında başta Müslümanlar olmak üzere, bütün etnik ve dini organizmaları, cemiyetleri; kaynakları, dertleri ve sefalarıyla beraber Türkiye’ye bırakarak gitmiştir. Dolayısıyla, posasıyla meydan getirdiği Türkiye, Müslümanlık dışında bir numeni olmayan ülke olup çıkmıştır. Bu açıdan Türkiye, numeni anlaşılmadan fenomeni anlaşılamayacak dünya üzerindeki yegâne memlekettir. Müslümanlık sebebiyle Osmanlı sonsuz sınırsız coğrafyasındaki bütün Müslümanlar, son kale olarak Türkiye’ye sığınmışlardır. Osmanlının hastalanıp ölmesine sebep olan şeyin kavmiyet davası olduğu göz önüne alınırsa; Babanzâde’nin bıraktığı terekenin; zehrin de panzehrin de ne olduğu o zaman anlaşılabilir.

Türkiye, her musibetle karşılaştığında dönüp mezarlarına bakmaya mecbur bir memlekettir. Bugüne kadar mezarlarına bakarken ıslık çalmayı yeğlemesinin sebepleri başkadır. Ama artık ıslık çalacak lüksü kalmadığı içindir ki kendisi mana veremese de “Muhteşem Yüzyıl” dramatizasyonları yapmak mecburiyetinde kalmıştır. Hadise, saklanacak, inkâr edilecek gibi değildir: Türk’üyle Kürd’üyle, Müslim’iyle gayrimüslimiyle… Hepimizin Osmanlı olduğu ortaya çıkmıştır. Biz Osmanlıyız. Bunu itiraf edip etmemek bir dürüstlük kıstası olmaktan da çıkmıştır. Biz kabul etsek de etmesek de, cılız bir iki fare tutacak olduk, “gâvur” bize “neo Osmanlı” dedi. Öztürk’ün ironik “ne-o Osmanlı” yazısı bu deyişe dikkat çekiyordu; hem “neo” Osmanlı demekle bir “yeni”lik vurgusu peşindeydiler, hem de “ne o! Yine mi Osmanlı olacaksınız?” Demek istiyorlardı…

İlimden ve irfandan nasibini almamış bir zümre bu memlekette Osmanlı’dan söz edildiğinde, Türkiye’nin (cumhuriyetin) aleyhine söz edildiğine dair bir bedbahtlığı çığırır durur. Onların kafasındaki Türkiye memleketinin karşılığı ise, kuru bir cumhuriyet kelimesidir. Çünkü zihinleri henüz “kavrama” ameliyesini muvaffak olamadığı için cumhuriyet kavramıdır da denemez. Bu kelimenin Türkiye ile özdeş (Aristo kuralı) kılındığı bir zihni düzlem, a a’dır deyip durmaktadır. Fakat a’nın ne olduğundan habersizdirler. Bu sebeple ne söylense onlar a a demektedirler. Manasız bir ünlemden başka bir ses duyamayız.

Osmanlı’dan söz etmek Türkiye’nin aleyhine değildir; ancak bir Türkiyeli Osmanlı’dan söz edebilir. Çünkü herkes babasının oğludur.

Osmanlı Modernleşmesi ve Entelijansiya

II. Mahmud (1808-39) devriyle beraber Osmanlı, esasen teknik olmaktan çok ontolojik bir düzlem teşkil eden Şark Garb çatışmasının kaybeden! tarafı olduğunu kabul etmiş ve Garbın müesseselerinin bir benzerini teşekkül ettirmeyi ve tekniğini elde etmeyi bir gaye olarak telakki etmiştir.
Tanzimat (1839-76) devri dediğimiz dönem, Osmanlının bu telakkiyi resmiyete tenkil etmesinden ibarettir. Yüz yıldan fazla bir zamandır bilinçli ve belli bir gayeye istinaden Garba insanını gönderen Osmanlı, artık lisan bilen ve Garbın neyle meşgul olduğunu anlamış bir nesil devşirmiştir. Bu neslin öncülüğünde hızlı ve kesin bir biçimde girişilen reformasyon süreci meyvelerini vermiş, müesseseler teşekkül etmiştir.

Başta askeri sahalarda olmak üzere hızlı bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirilmiş, maarif sahasında yeni yüksek mektebler inşa edilmiş ve buralardan yeni bir insan tipolojisi yetiştirilmiştir. Bütün bu reformasyon sürecinde öncülük eden nesil Garba da ziyadesiyle vakıftır. İngiliz Yarbay J.Shiel, 1846’da Van’ı ziyaret ettiğinde vali ile görüştükten sonra onun hakkında, Kürd olmayan ama Osmanlı olan Paşa, beyefendi kılıklı yaşlı bir adamdı ve kıyafetiyle o kadar Avrupalı gibi görünüyordu ki, fesi olmasaydı İtalyan ya da İspanyol diye geçinebilirdi, diye yazmıştı.
Bütün bu reformasyon sürecinin meydana getirdiği müesseseler, buralarda hizmet yürütecek liyakat sahibi insanlarca idare edilmeliydi. Bu sebeple, saray bürokrasisiyle öteden beri özel ve uzmanlaşmış bir kadro ile idare edilen Osmanlı, bu tecrübeye de dayanarak Garbî tarzda bir meslek erbabı yetiştirmiş oldu. İşte meslek sahibi bu yeni insan tipolojisi, tipik bir bürokrat olmaktan ziyade, entelektüel bir faaliyet içinde olan bir zümreyi de kendi içinden çıkarmaya muvaffak olabildi.

Sosyal şartlar itibariyle, bu minvalde teşekkül eden yeni Osmanlı entelijansiyası, evvela Garbın her türlü fikrine ve zikrine açık olmayı bir iman meselesi haline getirecekti. MacFarlane, 1847’de İstanbul tıp mektebindeki talebelerin elden düşürmediği bir kitaptan, dinsizliğin ele kitabı olarak telakki edilen “Systême de la Nature”den söz eder. Bu yeni münevver sınıf, Avrupa’daki gibi bir aydın zümre olarak tebarüz ettiler. Artık anayasalcılık, pozitivizm, liberalizm, milliyetçilik, muhafazakârlık gibi… Garbın sosyal şartlarına taalluk eden bütün tartışmaları memalik-i Osman’da icra eden bir Entelijansiya söz konusuydu. Osmanlı, Meriç’in tabiriyle ve mealen kılıçtan kaleme bir geçiş yapmaktaydı. Bütün bunlar Osmanlının kurtuluşu sebebiyle ve halis niyetlerle yapılmaktaydı; ama bu, bir aslanın bir bakıma suda timsahla cenge çıkması gibi bir tenakuzdu aslında.

Kürd Entelijansiya

Osmanlı, bir imparatorluktu ve imparatorlukların insan merkezli tasavvuruyla hayata bakıyordu. İmparatorlukların en mühim hususiyeti beynelmilel olmalarıdır. Yani imparatorlukların kavmiyet hususiyeti yoktur. Bu manada onların aslında sınırları da yoktur. Üniversal bir güç, Roma veya Osmanlı… bir toprak parçasını fethetmez aslında. Bir insan zümresini, cemiyetini ya da hâkimiyet kurmuş başka bir erki iktidarı altına alır. Bu sebepledir ki, bütün dünya tarihinde bir defa bile imparatorluk devirlerinde “sınırdan geçerken vuruldu” hadisesi yaşanmamıştır. İmparatorlukları anlamamızı sağlayacak ana vasıf dindir, inanç kompartımanlarıdır. Putperest Roma, Hıristiyan Roma (Bizans), Müslüman Roma (Osmanlı) gibi.

Osmanlı ise bu umumi hususiyetleri adeta estetize etmiş bir imparatorluktur. Bu sebeple, mesela Osmanlıda Kürd âlimi, düşünürü, entelektüeli, filozofu… demek esasen abesle iştigâldir. Çünkü Osmanlıdaki hiçbir meseleyi, etnik, kavmiyetçi bir bağlamla ele alabilecek bir sosyal gerçeklik söz konusu değildir. Dolayısıyla Kürd entelijansiyası derken, bugün bizlerin duçar olduğumuz çarpık zihniyetin aynada görünüşünü tarif etmiş oluyoruz. Yani bugün öyle meselelerle uğraşıyoruz ki, bu meselelerin sarahaten konuşulabilmesi için lazım gelen kelimelerin hijyenik olmasına ihtiyaç vardır. Buradan olarak, bugün sözü edilen kelime ve kavramların bağlamsız ve semiyolojik bir takıntıdan ibaret olduğunu izah etmek için evvela yanlışı, sahteyi göstermek, tedris etmek gerekmektedir. İmam Ahmed Bin Hambel’in hadis âlimi olmak isteyen oğluna, ilk önce yüzbinlerce sahte hadis ezberletmesi gibi…

Burada, her kavimden olduğu gibi, Kürd’lerden de Osmanlı merkez sistemine yakın ve oraya nüfuz etmiş şahsiyetlerden söz ediyoruz. Çünkü Babanzâde Ahmed Naim Bey’i kavramak için, o gün Kürd olan başka şahsiyetlerin de macerasını bilme lüzumu vardır. İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in büyük müellifi, belki de bir gün bizim bu meselelerle can çekişeceğimizi hissetmiş idi.

Tanzimat’tan evvel Kürd bölgelerinde hâkim unsur Mirler (bir bakıma derebeyi) idi. Ancak Tanzimat merkezileşmeyi de beraberinde getirdiği için (Avrupa ulus-devlet paradigmasının ilk tezahürü ve Osmanlının sonunu getirecek olan paradigma) Mirler’in otoritesi lağvedildi ve Bâb-ı Âli’den orayı idare için valiler memur edildi. Bu reform hoş karşılanmadı ve 1840’ta Cizre-Botan Bey’i Bedirhan Bey Osmanlı memurlarına isyan etti. Bedirhan Bey isyanı bastırıldı ve 1850’de, son özerk Kürd emirliği olan Babanlar (Süleymaniye) da feshedildi. İşte Babanzâde Ahmed Naim Bey, bu Babanlardan, daha sonra Osmanlının valilerinden biri olacak olan Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Osmanlı devleti kendisine isyan eden bu Mirleri (dehasının bir nişanesi olarak) başka eyaletlere vali olarak tayin etti. Mesela Bedirhan Bey, Girit adasına kadı olarak tayin edildi. II. Abdülhamid Han, bu mirleri ve onları aristokratik ahfadını sisteme tam entegre etme işine özel bir ehemmiyet verdi. Sadece Bedirhanlardan yaklaşık 200 kişinin Osmanlı bürokrasinde vazife eda ettiği bilinmektedir. Esasen aristokrat bir yaşam tarzına ve serazat bir hayat üslubuna sahip bu mir aileleri, bu dönemde İstanbul’da da oldukça imtiyazlı bir hâlde hayatlarını sürdürmektedirler. Sir Charles Eliot, Bedirhan ailesinin İstanbul’da da aynı memleketlerindeki gibi hür davrandıklarını/yaşadıklarını ve kendilerini devletin temsilcisi ve daima kanunun üstünde gördüklerini; onların Sultan haricinde bir başkasının emrine, diplomasi gereği ve nezaketen uyduklarını söylüyor.

Babanzâde Ahmed Naim Bey’in aşireti olan Babanlar, bu imtiyazlı ve cömert siyasetten ziyadesiyle istifade ettiler; hak ettikleri üzere de yüksek mevkilere getirildiler. Daha evvel de belirtildiği üzere, Babanzâde’nin babası Midhat Paşa’nın valiliği sırasında Bağdat’ta alt düzeyde bir memur iken daha sonra Malatya valiliğine getirilmiştir. Yine Babanzadelerden İsmail Paşa mirlivalığa tayin edilmiştir. Hakeza onların bir akrabası olan Kürd Said Paşa, Abdülhamid Han’ın hariciye nazırı olarak görev yapmıştır. Bunlardan başka, 1880-82 yıllarında isyan eden Şeyh Abdulkadir Efendi İstanbul’a alındı. Nakşibendi tarikatının başındaki Erbilli Şeyh Esad Efendi Meclis-i Meşayih’e tayin edildi. Daha da ilginç ve mühim olan, İstanbul’da Kürd aşiret reislerinin çocukları için özel olarak bir mektebin, Mekteb-i Aşîret’in teşekkül ettirilmiş olmasıdır.

Osmanlı ve Türkiye üzerinde ciddi tesirler icra edecek bu Entelijansiya işte bu şartlarda zuhur etti. Bunların son derece aristokrat bir temelden geldikleri aşikârdır. Ziya Gökalp, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Şükrü Sekban, Said-i Nursi Hazretleri gibi şahsiyetler ise göreli olarak daha mütevazı bir çevreden gelmişlerdir. Bunlar modern maarif müesseselerinde yetişmiş ve üst düzey bürokratik vazifeler icra eden insanlar olarak dikkat çekmektedirler. Mehmed Şerif Paşa, bu entelijansiyanın en tipik figürlerinden biridir. Bu şahıs, yukarıda sözü edilen hariciye nazırlığı da yapmış bulunan Kürd Said Paşa’nın oğludur. Babası İranlı bir diplomat olan Hasan Arfa; Mehmed şerif paşanın I. Cihan Harbi süresince Monte Carlo’da, Mon Keif isimli villasında yaşadığını anlatır. Şerif Paşa 1890 sonlarına doğru Stockholm’de Osmanlı sefirliği de yapmıştır. O zaman Arfa’nın babası da İsveç sarayında İran temsilcisidir. Arfa; Şerif Paşa’yı tam bir eski Türk asilzadesi, çok zengin, herkesle iyi geçinen, şampanyaya, gece hayatına ve rahat yaşamaya düşkün biri olarak hatırladığını söyler. Jön Kürdler, işte bu elit Osmanlı-Kürd neslinden peyda olacaktır.

Bajalan’ın da önemle üzerinde durduğu gibi, buradaki “Jön Kürd” kavramının manasını, kapsam ve mahiyetini izah etmek gerekmektedir. Bu kavram, esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğunun kurtuluşu için harekete geçen Jön Türk hareketinin içinden doğan ve Kürd kimliğini kabul edip buna değer veren kimseleri ifade etmektedir. 93 Harbi’nden sonra Kanun-i Esasi’nin II. Abdülhamid tarafından feshedilmesiyle Meclis-i Mebusan kapatılınca, bir kısım Osmanlı münevveri “istibdat” hâkim oldu deyu faaliyetlere başladılar ve Jön Türk muhalif hareketi böyle başladı. Bunların içinde ateist pozitivistlerden muhalif ulemaya, vatanperver askerlerden bürokrasinin üst düzey memurlarına kadar bir yığın insan vardı. Bunların temel meselesi devleti kurtarmaktı. “Ne yaptıysam devlet için yaptım” tekerlemesi de oradan kalmadır.

Jön Türk muhalif hareketinin başta etnik/kavmiyetçi bir yapıyla da doğrudan alakası yoktur. İlk Jön Türk hareketi, İttihad-ı Osmaniye Cemiyetidir. 1889’da Askeri Tıp Mektebinde örgütlenen bu grubun dört üyesinden ikisi Kürd (Abdullah Cevdet ve İshak Sükûti), biri Arnavut ve diğeri de Çerkez’dir. Bunlar Türkçülüğü değil, Osmanlı milliyetçiliğini teşekkül etmek gayesiyle ittihad-ı anasir (unsurların birliği) prensibini benimsemişlerdi.

1902’de Paris’te yapılan Osmanlı liberalleri kongresinde (Ahrar-ı Osmaniye Kongresi) Jön Türkler ikiye ayrıldı. Abdülhamid’e karşı Batı desteğini savunan Sebahaddin Bey grubu ile bağımsızlığı savunan ve başını Ahmed Rıza’nın çektiği grup ayrıldılar. Ahmed Rıza’nın başında bulunduğu grup 1908’de İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni kuracaktır. Hâsılı kimliği ne olursa olsun ilk Jön Türk muhalif hareketinin tüm üyelerinin ortak düşmanı Abdülhamid idi. Şerif Paşa Osmanlı sefiri olarak bulunduğu İsveç’te örgüte gizlice yardım ediyor ve Ahmed Rıza’ya ayda yüz frank veriyordu. Sonra Şeyh Abdulkadir Efendi de bu muhalefete dâhil oldu. Osman ve Hüseyin Bedirhan İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Mısır şubesinde faaliyet yürütüyorlardı. Mikdat ve Abdurrahman Bedirhan da onlara dâhil oldular. Belirtilmesi lazım gelen husus, önde gelen bu Kürd aydınlarının Jön Türk muhalif hareketine destek verme sebebinin kesinlikle etnik olmadığıdır. Zira Sultan Abdülhamid hassaten Kürdleri destekliyordu. Mikdat Bedirhan, Kahire’de 1898’ de yayımlamaya başladığı Kürdistan gazetesinde tam bir Osmanlı vatanperverliği davası gütmekteydi. Bunlar Osmanlı toprağını vatanları olarak telakki etmiş ve Kürdistanı oranın ayrılmaz bir parçası olarak telakki etmişlerdir. Mikdat Bey, Kürdistan’ın Osmanlı için ne derece önemli olduğunu; ‘Malum-ı şahaneleri buyurulduğu veçhiyle, Kürdler, Devlet-i ebed-müddet-i Osmaniyelerini teşkil eden akvamın en güzidelerinde ve Kürdistan dahi mevkian iki devlete (Rusya ve İran) hemhudud ve alelhusus Anadolu tarafından tecavüz-i adayı mani…’ sözleriyle ifade ediyordu. Fakat onlar Hamidiye Alayları politikasına asla tahammül edemiyorlardı. Çünkü bu politikayla içtimai hiyerarşi bozulmuş koyun çobanlığı yapan biri, Mustafa Paşa olmuştur.

Girit meselesinde, yeni filizlenen ve Jön Türklerle beraber hareket eden Jön Kürdlerin Osmanlı toprağı ve Türk ahali için ne derece hassas oldukları daha net görüldü. Abdurrahman Bedirhan, “bizim devletimiz”in oraya asker ve yardım göndermemesinden dert yanar ve Kürdleri ikaz ederek, onların da bir gün Girit’teki Türk kardeşleri gibi, Rusların eline düşebileceğini söyler. Yine Kürdistan gazetesinde yazan bir başka Jön olan Bahriyeli Rıza, “vatanımızın en mühim kısmı olan Girit adasının” elden çıkmasının mesuliyetini Abdülhamid Han’a yüklemektedir.

Jön Türkler 24 Temmuz 1908’de bir darbe tertib ederek II. Abdülhamid Han’ı devirdiler. Meşrutiyet geri gelmiş, herkes hürriyete kavuşmuş ve bu Jön Kürdler de bundan memnundu. Hâlbuki İngiliz konsolosluğu muavini, Musul’daki halkın sevinmek yerine, bu değişimi Müslümanlara karşı bir tertib olarak algıladığını değerlendirmiştir.

İşte bu hadise Osmanlı toprağında her türlü kavmiyetçi cereyanı tetikleyecek ve Jön Kürdler de müstakil olarak Kürd Teavün ve Terakki Cemiyetini kuracaklardır. Fakat cemiyet hâlâ etnik bir pozisyondan oldukça uzaktır. Osmanlıcılık ideolojik düzeyde fikri üstünlüğünü korumaktadır. Babanzâde İsmail Hakkı, cemiyetin gazetesinde, Kürd kimliğinin her şeyden evvel İslam olduğunu sonra Osmanlı ve son olarak da Kürd olduğunu yazmaktadır. Hepimiz Osmanlıyız ve ülkemiz Osmanlıdır, demektedir. 13 Nisan 1909 darbesi ertesinde ise Jön Kürdlerin yeni iktidarla da arası bozulacak ve kavmiyetçi ideoloji güç ve mevzi kazanmaya devam edecektir.

İşte Babanzâde Ahmed Naim Bey, bütün bu karmaşık ve büyük sarsıntıları andıran gelişmelerin ortasında temayüz etmiş; ancak yüksek karakteri ve ilmi sayesinde bu musibetlerden kendini muhafaza edebilmiştir.

Babanzâde Hazretleri

Babanzâde hazretleri (1872-1934), Süleymaniyeli Baban sülalesinden, Midhat Paşa’nın valiliği sırasında Bağdat mektubçuluğu ile nam salmış ve daha sonra Osmanlı’da devlet adamı payesine erecek olan Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. Baba Süleyman Paşa, Süleymaniye şehrinin de kurucusudur ve ismi sülalenin ismi olarak kadim kalmıştır. Babası, 1848’de Süleymaniye’de dünyaya gelmiş, öğrenimini Bağdat’ta ikmal etmiş, çeşitli vilayetlerde mühürdarlık, mektupçuluk ve mutasarrıflık vazifeleri görmüştür. 1929’da vefat eden Mustafa Zihni Paşa’nın cenaze namazını Ahmed Naim Bey kıldırmıştır. M. Zihni Paşa’nın ‘İlim ve İslam’ ‘Mikyasu’l Ahlak, ‘Kuvay-ı Maneviyye’, ‘İslam’da Hilafet’ adlı eserleri bulunmaktadır.

Ahmed Naim Bey 1873’te Bağdat’ta dünyayı teşrif etmişlerdir. Diğer kardeşleri İsmail Hakkı, Hüseyin Şükrü ve Hikmet Efendi de ilim ve kültür hayatımıza tesir eden şahsiyetler olarak tebarüz etmişlerdir. İlk tahsili Bağdat rüşdiyesindedir. Kaderinde payitahta gelmek olan Babanzâde, Devlet-i Aliyye’nin gözbebeği Mektebi Sultaniye (Galatasaray Lisesi) girer. Böylece Fransız lisanına ve Garb âlemine nüfuz edecektir. Fakat mektep müfredatında Arapça ile İslami ilimler yeteri olmadığı için O, dışardan da medrese ilmine devam eder ve bu ilimlerde de hızla terakki eder.
1891 yılında Mekteb-i Sultaniyi aliyyü’l-ala (pekiyi) dereceyle bitirir. Sonra Mülkiye Mektebine intisab eder ve idarecilik ilmini de ikmal edip 1894’te şahadetnamesini alır. Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Hariciye Kaleminde göreve başlar. Daha sonra aynı dairenin Tercüme Kalemine alınır. İlim ve irfan bahsinde olduğu kadar işinde de nazarları celbeden Babanzâde, Meclis-i Maarif Daire-i İlmiye azalığına tayin edilmiştir.

Meşrutiyetin ilanı ile Mekatib-i Rüşdiye Müdürlüğüne tayin edilir. Ayrıca Mekteb-i Sultanide Arapça muallimi olarak çalışır ve Hocası Hacı Zihni Efendi’nin tesiriyle Sarf-ı Arabî Temrinat adlı gramer kitabı hazırlar. Mekteb-i Sultanide kelam dersleri de okutur. 1915 yılında Yahya Kemal ile beraber Darülfünun kadrosuna dâhil olur. 1919’da ise Darülfünun Umum Müdürlüğüne (rektörlük) tayin edilir. Bunun üzerine Ceride-i Sûfiye bunu şöyle haber yapmıştır:
Meslektaşımızın fazileti müsellem bir sahib-i ilim olduklarını yakinen bildiğimiz içün bu tevcihden dolayı yeni Maarif nazırı beyefendiye arz-ı teşekkür eyleriz. Müşarün ileyhin de Darülfünun gibi bir makama tayini maarifte dini hayatın yeniden inkişafa başlaması demek olduğundan bütün âlem-i İslam’a bir fal-i hayr addolunsa sezadır.
Devr-i Mütarekede, Darülfünunda kız ve erkek talebenin birlikte okumalarına dair çetin bir tartışma başlamıştı. Bu karma eğitim meselesini özellikle Babanzâde’nin talebesi Niyazi Berkes hatıralarında çok renkli ve canlı bir biçimde tasvir eder. Maarif Nazırı Ali Kemal de karma uygulamayı savunmaktadır ve müdüre bu yönde yönerge gönderir. Naim Bey: ‘ben bunu tatbik edemem, kız ve erkek çocukların zanu bezanu (diz dize) oturmalarına razı olamam, bu benim dinime muhaliftir’ diyerek, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Maarif Nezaretine durumu bildirir. Kimi Hoca ve onların da tahrikiyle talebe Babanzâde’yi protesto eder. Senato oylamasında Naim Bey tek oyuyla karma tedrisat kararına mani olmaz ve: ‘Ben yapacağımı bilirim’ der ve müdürlükten istifa eder. Edebiyat fakültesinde 1915’te başladığı Felsefe, Mantık, Ruhiyat-ilmu’n-nefs (psikoloji), ve Ahlak, Ma’badü’t-tabiat(metafizik) derslerine, Darülfünun(1933) lağvedilmesine kadar devam etmiştir. Babanzâde Naim Bey, 1933 yılında yapılan üniversite reformuyla tasfiye edilir ve emekliye sevk edilir.

Halveti tarikatına müntesib Ahmed Naim Bey, son devrin büyük mutasavvıflarından Ahmed Amiş Efendi’nin kızı Ayşe Hanım’ın damadıdır. 1909’da evlenmişler ve çocukları olmamıştır. Naim Bey’in 1934’te vefatından sonra evlenmeyen Avniye Hanım, 1966’da vefat eder.
Rivayet olunur ki, Mütercimimiz o gün biraz düşünceliydi, tercümeyi bitirmeye muvafık olabilecek miydi? Kolunda inme hâsıl olmuştu ve gözleri ağrıyordu. Şikâyeti yoktu, fakat her yazmaya başladığında nefesi daralıyor, çok zorlanıyordu. İnanıyordu ki Hadis-i Şeriflerin ışığı buhranları aşmakta rehber olacaktı. Seneler geçmiş, tercüme etmeye çalıştığı Buhari-i Şerif ile kopmaz bir ünsiyet peyda etmişti. Bu ulvi vazife hakkıyla hitamına ermeliydi. Avucunda çenesi, sakalını sıvazlıyor, dalıp gidiyordu. En son hasta namazına (salât-ı marıza) dair bahiste, Hz. Peygamberin namazı nasıl kıldığı ile ilgili hadisin tercümesiyle meşguldü. Şöyle başlamıştı; ‘Ümmü’l mü’minin Aişe radiyallahu anha’dan olan (diğer) rivayete nazaran şöyle de denmiştir: ‘Sonra ikinci rekâtta da evvelkisi gibi yapardı (…) Çalışmaya ara verip öğle namazına durdu, ikinci rekâtın ikinci secdesinde kalbi sekteye uğradı. Huşu ile miracından Rabbine yürüdü. Şüphesiz bu Hadis-i Şerif ile muhteremin ölüm vakıası arasında bir münasebet mevcuttu. O, Gökberk´in ifadesiyle, "geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını"dır. Elmalılı Hamdi Efendi ise şöyle yazmıştı:
Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan’
‘Secdede gitti Hüda’ya Naim’

Şahsiyeti ve Fikirleri

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi müellifini, aynı Kamus mütercimi Asım Efendi gibi, unutulmaya terk edilen Babanzade’yi gelecek kuşaklara daima surette hatırlatan da bu Buhari Tercümesi olmuştur. Bu tercümenin en mühim hususiyetlerinden biri de hadis usulüne hasredilmiş olan ilk cildidir. İbn Haldun’un yazmayı düşündüğü Dünya tarihine dair eserin Mukaddimesinin müstakil ve mükemmel bir kitap olması gibi, Buhari tercümesinin mukaddimesi de usul-u hadis ilminde çığır açan önemli bir kaynak eserdir.

Ahmed Naim Bey yalnızca mütercim değildir. Evvela muallim, hassas bir müellif, lisan mütehassısı, tavizsiz adil bir idareci ve mütefekkir, ‘secde adamı’, sevenleri nazarında sohbet insanıdır. Dost ve muhalif herkeslere göre de ‘fazilet erdeminden vazgeçmez, hoşgörü numunesi’ bir âlimdir. O, duruşuyla adeta İslam ahlakının tecessüm etmiş halidir.

Muallim Cevdet, aziz dostunun vefatından kısa bir süre sonra müstakil bir eser hazırlayıp tab ettirmiştir. Burada ondan şöyle bahseder; ‘Ahmed Naim altmış yaşlarında, orta boylu, kısa ve az sakallı, çenesine doğru sakalı kıtça, tatlı bakışlı, bazen durgunca, çok kere yumuşak edalı idi. İstihza etmez, fakat bir küstahlığa zarif sözlerle haddini bildirirdi. Hikâye söylemek ve dinlemekten hoşlanırdı (…) gülmesi tatlı idi, hele söz arasında bazen ‘nicedir ol hikâyet’ demesi ömürdü. Kaba taassuptan kurtulmuş temiz bir Müslüman örneğiydi. Edebiyat ve musiki dostu idi. Arap ve Fransız dillerini iyi bilen bir felsefe âlimi idi. İmanında sabit idi, neye inanmışsa sonuna kadar sabit kaldı. Onda riya ve kuru sofuluk gibi şeyler yoktu. Siyasi bir fırkaya mensup değildi. Doğunun feyzini Batının fikirleriyle kaynaştırmıştı. Batı ilminin aşığı, fakat pozitivizmin düşmanı idi. Onda Muhammedi bir yürek vardı.’
Felsefe şubesinden fikren muhalif talebesi Macit Gökberk şöyle demiştir: Değişen toplum koşulları içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydınıydı. Cumhuriyetin en coşkulu ve parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu. Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez saygı konusu yapıyordu. Düşünce tarihçisi talebesi Niyazi Berkes de ona hayrandır: “Bence en büyük meziyeti namuslu bir adam olması, bir dalkavuk olmamasıydı.”
Akif kitabının yazarı Mithat Cemal, Babanzade’yi ihmal etmemiş şu övgülerle bahsetmiştir: ‘Naim’de güç bir meziyet vardı: meziyetlerini gizlemek… Sonra bir insanı güzelleştirecek bir takım meziyetler: Kimsenin hususiyetini konuşmamak, düşmanın bile değeri var ise var demek, çocuk gibi çalışmak, tartışmalarda terbiyeli olmak, medeni insan gibi konuşmayı bilmek. Yani söylediğinizi dinler gibi görünmek değil, sahiden dinlemek, bilmediğini bir kelime ile bilmiyorum diye söylemek, bildiğini de tabi sesle anlatmak, dostlarını gıyabında da sevmek. Başı iki kısımdı: Doğu ve Batı birbirine karışmayarak duruyordu: Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler. Bu filozoflara Naim şaşılacak derecede nüfuz ediyordu fakat bu filozoflar şaşılacak acizle Naim’e nüfuz edemiyorlardı.’

Akif’e, Hamdi Efendiyle Naim Bey sorulunca ‘Bunlar sikadandır, ne derlerse öyledir, sözleri senet teşkil eder’ demiştir. Yine Akif’e göre ‘Naim sormazsan malumatını söylemeyen adamdır, Naim dinlemesini bilen adamdır.’ Sürgündeki şeyhülislamımız Mustafa Sabri Efendi’den kendisi sorulunca şöyle buyurmuştur; ‘Efendim, Naim Bey’e Selef-i Salihindendir desen yeridir, Asr-ı Saadetten bir parça desen öyledir. İlim, irfan, edep, ahlak, namus, şeref, kanaat… Ne deseniz, bütün faziletler mevcut. Böyle bir insan nasıl sevilmez? Maalesef, Türk Milleti, büyüklerini kadrini öldükten sonra anlıyor. O da hepsini değil. Naim Bey kitaplara geçmekle de kalacak insan değildir. Kitaplara herkes geçiyor. Naim Bey, menkıbeleri yazılıp da, destan gibi okunacak bir insandı.”

Mahir İz, ona olan hayranlığını muhabbetini şöyle ifade eder: Naim Bey erbab-ı ilim ve irfanla teması pek severdi. Zahir batın ilimlerde tanınmış kimi işitirse mutlaka onunla görüşürdü. Merhum Celalettin Öktem, Darülfünundan hocası için ‘Sahabeden biri’ demektedir. Nurettin Topçu Hocamız Felsefe ilminde selefi sayılan Naim Bey için ‘kemal halinde olan fazilet sahibi’ diye bahseder. Tercümeye devam etme vazifesini uhdesine alan Kamil Miras hemen şu notu düşer ‘Naim merhum şarkı ve garbı ilimleriyle tanımıştı, fakat ruhunda en çok ve samimi yaşayan İslami ilimlerdi. Bu sebeble o, Selef-i Salihin siretinde yaşamış yüksek bir fazilet enmuzeci idi.’

Bekir Haki Efendi onu şöyle hatırlar; ‘ben onun gibi Ezan-ı Muhammedi’ye ihtiram eden bir kimse görmedim. Rahlesinin başında, ezan okunurken ayağa kalkar. Fatih meydanında giderken ezan okunur ve durur Ezan-ı Muhammedi’yi kemal-i ihtiramla dinlerdi.’ İslam Ahlakının Esaslarını neşre hazırlayan Ömer Rıza Doğrul’a göre; ‘sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey üzerine sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak, daima doğruyu söylemek, bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmek ve çok çalışmak gibi meziyetlere sahip olan Naim, hak olduğuna inandığı yolda zerre kadar ayrılmayarak yaşamış ve ölmüştür.’

Mehmed Akif’in en kıymetli dostlarından biri de Ahmed Naim Bey’dir. Onun kalbinde Ahmed Naim’e ayırdığı yer imtiyazlı bir yerdi. Ahmed Naim’in öldüğü haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlamıştır. ’Ömer Rızaya mektubunda: ‘Onun ölümünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım’ demiştir.’ Mahir Hocaya da: ‘Naim’in vefat haberi, üzerime dağ gibi yıkıldı demiştir.’ Akif Bey, Kahire’de vefat haberini alınca, Mustafa Sabri Efendi’yi taziyeye gelmiş, ağlaşmışlardır. İbrahim Sabri Bey’in Naim Bey hakkındaki mersiyesini çok beğenmiştir, Bu mersiye şöyle bitmekteydi:
‘Yurdun harabesinde, bir zelzeleyle, meşhur
Bir burc-i din yıkılmış, düşmüş, desem değer: Tur.
Bir ruh Arş’a çıkmış, bi-ruh kılmış arzı,
Ölmüş Na’im Bey eyvah.. Sönmüş vatanda bir ruh.
Mersiyeyi dinleyen Akif Bey bir ‘ah’ çekerek ‘ben olsam son nur derdim’ deyince, İbrahim Sabri Bey ‘Hamdi Efendiler hayattadır’ demiş, Akif Bey de bu cevaptan memnun kalmıştır. Fakat yıllar geçip onlar da göçünce İbrahim Sabri Bey mısraı ‘son nur’ olarak değiştirmiştir. Mustafa Sabri Efendi ‘Akif Bey, Naim Bey için ben de mersiye yazdım. Fakat asıl sizin yazmanız lazım, şair olan sizsiniz, demiş. Akif Bey: ‘Efendi Hazretleri, ben yazmak istediğim birçok şeyleri yazamadım. Naim Bey için hiç yazamam. Naim deyince, zaten içimde bir yanardağ tütüyor. Naim Beylerle başımıza neler geldi yahu! ‘Bize Neler Oldu?’ diye bir piyes yazmak isterdim’ diyebilmiştir.

Fatin Bey: ’Bir gün Akif’e en çok kimi seversin diye sordum. Hiç düşünmeden Naim dedi. Naim merhuma bakiye-i selef derdi.’ Mehmed Akif Bey, Babanzâde için şöyle demiştir; ‘Ashabdan sonra en çok sevdiğim kimsedir’ diyor. Akif Bey ile Babanzâde hazretleri, Fakülte yıllarında Melami Şeyhi Mustafa Efendi’nin çayhanesinde tanışmalardı. Küllük kahvehanesine birçok aşina sima gelir, ilmi sohbetler yapılırdı. Darülfünundan çıkıp burada görüşürler edebiyat, felsefe, siyaseten gerekli mevzuları konuşurlardı. Birlikte ‘Le Temps’ okurlar dünya gelişmelerini takip ederlerdi. Mehmed Akif Bey, Naim Bey’in Fransızca ve felsefe bilip de namaz kılmasına hayret etmiştir. Naim Bey, Akif’in şiirlerini çok beğenmiştir. Bir diyaloglarında, Akif Bey: ‘Mademki sen (şiirlerimi) beğeniyorsun, demek yazdıklarım o kadar fena değil. Naim Bey: ‘Fena değil söz mü? Çok güzel! Hele o kolaylık!’ Akif Bey: ‘Fakat yazarken bilsen ne kadar terliyorum’. Naim Bey: ‘Fakat okurken bilsen ter kokusu ne kadar duyulmuyor.’

Mithat Cemal: ‘Akif şiirlerini bazı dostlarına ithaf ederdi. Fakat bu ithaflarda Naim’in adı yoktu. Çünkü Naim, Akif’in kalbinde o kadar yüksek bir yerde oturuyordu ki, onun eşiğine uzatacağı şiiri bir türlü yazamıyordu. Nihayet ihtiyarlığında Mısır’da ‘Secde’ şiirini yazdı. Bunu Fuat Şemsi’ye gönderdi. Naim’e gösterecek, beğenirse ona ithaf edecekti. Naim Secde’yi o kadar beğeniyordu ki, Akif’in yazısıyla olanı alıkoyuyor, suretini çıkarıp Fuat Şemsi’ye veriyordu. Ama Akif her zamanki bedbinliğiyle meseleyi anlıyordu: Naim’in geç kalan cevabı ‘manzumeyi beğenmedi’ demekti ve şiirini Naim’e ithaf etmekten çekinerek kitabını bastırıyordu.’ Secde şiirinin son beyti:
‘Kıyılmaz lakin Allah’ım bu gaşyolmuş yatan vecde,
Bırak ‘hilkat’le olsun varlığım yek-pare bir secde!’

Eşref Edip, Bediüzzaman’ı anlattığı kitabında: ‘O zaman her gün Sebilürreşad idaresine gelir; Akifler, Naimler, Feridler, İzmirlilerle birlikte saatlerce tatlı tatlı muhasebelerde bulunurduk. Üstad kendisine mahsus şivesiyle yüksek ilmi meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celadet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı.” Merhum Profesör Ali Nihat Tarlan ise; “Babanzâde Ahmed Naim Bey ondan bahsederken, ’Dârü’l-Hikmet’te Bediüzzaman söze başladı mı biz hayran hayran onu dinlerdik’ derdi.” Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’da Ahmed Naim Bey’den söz ettiği bilinmektedir.

Gerçek anlamıyla bir ilim ve irfan insanı olan Ahmed Naim Bey, teknik anlamda bir mütefekkir olarak değerlendirilemez. Ancak yıkılışın çatırtıları arasında devasa bir imparatorluk kâşanesinin bütün iç ve harici meselelerini biliyor; özellikle ilim ve maarif cephesinde bu yıkıma karşı büyük bir mücadele sarf ediyordu. Servet-i Fünun dergisinde başladığı yazarlık hayatı parlak eserlerin telifi ve tercümesiyle neticelenmiştir.

Ahmed Naim Bey, Kara’nın da ifade ettiği gibi, felsefi metinler, ilmi – felsefi terimler, hadis tercümeleri ve milliyetçiliğe dile getirdiği fikirlerle temayüz etmiş bir şahsiyettir. Maarif çalışmalarında klasik usullerle modern teknikler arasında bir ahenk meydana getirmeye gayret etmiştir. Fransızca felsefe terimlerinin Osmanlıcaya nasıl ve ne şekilde aktarılacağı hususunda mühim çalışmalar yaptı. Özellikle bu mevzuya adanmış dev bir eser olarak Prof. İsmail Kara’nın Bir Felsefe Dili Kurmak isimli eserini zikretmek lazımdır. Kara’ya göre Naim Bey, ilim ve felsefe terimlerinin, mümkünse İslam-Osmanlı felsefe-kelam-tasavvuf dil geleneği hesaba katılarak üretilmesini savunmuştur. Bu manada en fazla kavram tartışması metni kaleme alan ve kavram karşılığı teklif eden zat Babanzâde Ahmed Naim Bey’dir. Kara’ya göre Babanzâde’nin Sebilurreşad’daki hadis tercüme ve şerhleri ile Tecrid-i Sarih Tercümesi, dil açısından hâlâ aşılamamış çalışmalardır.

Makalenin başlığı olarak Bir Osmanlı Kürdü derken, esasen bugünün travmatik epistemolojisine ve primitif ırkçılığa dikkat çekmeyi gaye edindik. Çok köklü bir Kürd ailesinden gelmesine rağmen, Acaba Babanzade’yi bir Ziya Gökalp veya bir Abdullah Cevdet’ten veya Bedirhanlar’dan ayıran hususları nelerdir. Babanzâde, Jön Kürd hareketine aynı Jön Türk harekete olduğu gibi tevessül etmemiştir. Zamane fikirlerin ithal ikame ambalajlarına kapılmamış, layık olmasına rağmen politik mevkiler peşinden koşmamış ve bu meseleleri bağlamı dışında tartışmamıştır.

Türk Yurdu ve İslam Mecmuasında milliyetçilikle alakalı hazırlıksız-donanımsız abuk subuk fikirler neşredilince o da, İslam’da Dava-yı Kavmiyet eserini telif etmiştir.
Milliyetçilik kavramını İslam geleneğindeki asabiye kavramı üzerinden anlamlandırmaya çalışan Babanzâde, milliyetçilik denen fikrin İslam’a ters olduğunu ve Osmanlının başına bela olacağını söylemiştir. Kur’an’ın ırkı/kavmi değil, takvayı esas kıstas olarak bellediğini belirten Babanzâde, bu türden fikirlerin hazırlop bir biçimde ve bu haliyle tartışılmasının Osmanlıyı bir felakete götüreceğini ileri sürmüştür. Çünkü bu milliyetçilik denen belanın, tamamen bir kavmiyet mozaiği olan Osmanlının zararına olarak cereyan edeceğini görmüştür. Konu, Osmanlı siyasi ittihadını doğrudan ifsada uğratacak bir mahiyet arz etmektedir, Babanzade’ye göre. Ziya Gökalp ve Ahmed Ağaoğlu; Babanzâde’nin bu gür sesli ve emin tenkitlerinden hazzetmeyecekler ve fırsat buldukça onu tenkit edeceklerdir. Babanzâde Naim Bey Hazretleri, kimi talebelerinin (Niyazi Berkes, Macit Gökberk) ve çekemeyenlerinin söylediği gibi eski kafa değildir. Babanzâde, modernleşme karşıtı bir adam da değildir. Babanzâde, öylesine sabit ve sadık düsturlarla düşünen ve yaşayan bir adamdır ki, zamane Osmanlısında hazırlop tartışmalara adeta dâhil olmamıştır. Sadece mühim mevzularda ve maarifle, lisanla alakalı meselelerde ciddi çalışmalar yaparak; aslında yapılması lazım gelen şeyin ne olduğunu da izhar etmiş olmaktadır. Kara’ya bakılırsa, felsefe ilmimiz, onun dil çalışmalarına bir şey ekleyebilmiş değildir; dahası onu da bilmediği için zül içindedir. Demek ki Babanzâde, eski kafa diyenler yanılmış oldular; o hâlâ yepyenidir, daha keşfedilmesi de epey zaman alacaktır.

Eserleri

Babanzâde, Felsefe tedrisatının notlarını "Felsefe Dersleri", "İlmu´n-Nefs" ve Mantık adlı telif ve tercüme eserlerde toplamıştır. Ahlak derslerinin notlarını da Ahlak-ı İslamiyye Esasları adlı eserde tab etmiştir. Galatasaray Lisesi’nde okuttuğu Arapça dersleri için "Sarf-ı Arabiyeye Mahsus Temrinat” adıyla basılmıştır.
Gazete ve dergilerdeki yazılarını İslam’da Da´vây-ı Kavmiyet isimli eserde neşretmiştir. Bu eserde, Türkçülerce serdedilen ırkçı ve milliyetçi görüşler ile bunların dini ve siyasi açıdan tehlikeleri ve zararlı sonuçları üzerinde durulmuş, ırkçılık ve milliyetçilik akımlarının da Batıcılık gibi, batıdan gelen ve İslam birliğini bozan, kanser gibi tehlikeli bir mikrop olarak değerlendirilmiştir.
Ahmet Naim´in "Tevfik Fikret´e Dair" adlı risalesi, Tevfik Fikret ve onu savunan Rıza Tevfik´e yönelik bir eleştiridir. Ahlak-ı İslamiyye Esasları, Tecridi-i Sarih Tercümesi gibi eserler, vazife olarak üzerine aldığı eserlerdir. İmam Nevevi´den Kırk Hadis tercümesi yapmıştır. En-Nevevi´nin "el-Erbe´ûn" adlı eserini tercüme etmiş, Kırk Hadis edebiyatında en-Nevevi´nin "Kırk Hadis’i diğerlerini gölgede bırakmış, Türkçe tercümeleri arasında da metin çevirisinin en başarılı örneği olan bu tercüme, diğer tercümeleri gölgede bırakmıştır.

Netice Olarak; Babanzâde’nin Ruhu Adına

Kılıç’ın da özenle belirttiği gibi Babanzâde, hem İslam felsefesini, hem de Batı felsefesini bilen, her iki düşünce dünyasının temel dinamiklerini iyi kavramış olan nadir düşünürlerimizden birisidir. Felsefe yapabilmenin öncelikli şartı olarak felsefi kavramların belirlenmesini şart gören Babanzâde, felsefi kavramları layıkıyla belirleyebilmek için sadece Batı felsefesini bilmenin kifayet etmeyeceği fikrindedir. Çünkü bizim millet olarak İbn-i Sinalara kadar uzanan köklü bir felsefe geleneğimiz vardır. Felsefi kavramların belirlenip yerleşebilmesi için, kavramların sözünü ettiğimiz gelenek ile irtibatlandırılmaları lazımdır. Bu sebepten yeni kavram icadı yerine, eski kavramların keşfedilmesi gerektiğini ileri sürer. Kadimin keşfi, bizi hem geçmişimize bağlayacak, hem de bugünümüzü değerlendirmemize yarayacaktır.

Babanzâde, normatif bir ahlakın olabilmesi için ‘ahlak Yasası’nın evrensel olması gerektiğini ileri sürer. Bu da, "vahiy" ile temellendirilmesine bağlıdır. O, "vahiy" ile temellendirilmiş olan "İslam Ahlakı"nı, felsefi ahlak teorilerinin hepsinden daha üstün görür. Rasyonalist ahlak anlayışını, özellikle de Kant ahlakını felsefi teorilerin en tutarlısı olarak kabul eder. Buna rağmen bunlara ciddi tenkitler yöneltir. Rasyonalist ahlak anlayışlarının müeyyideleri olmadığını, bu sebeple zafiyet içinde olduklarını savunur. Kant´ı evrensel ahlak yasasını tam olarak temellendiremediğinden hareketle tenkit eder. Kant´ın sisteminde ahlak yasasının temeli olan kesin buyruğun, kuvve halinde kalıp da eyleme dönüşmemiş olan niyetlerimizi görmezden geldiğini belirtmiştir.

Babanzâde, sadece teorik açıdan değil pratikte de üstün olduğuna inandığı İslam ahlakının, "vazifefikri"nin geniş halk tabakaları arasında yayılmasında hiçbir felsefi teorinin gösteremediği bir başarı gösterdiğini tespit etmiştir. Çünkü İslam ahlakı, sadece soyut gayeler belirlemekle yetinmemiş, bu gayelerin hayata geçirilebilmesi için gerekli olan somut teşvik ve müeyyideleri de koymuştur. "Hürriyet" meselesinde, İslam´ın kader inancını da ele alır. İslam´ın kader inancı´ ile "fatalizm"in farkına işaret ederek, kader inancı´ ile insan hürriyetini bir arada savunmanın mümkün olduğunu savunur. Buna göre kader inancı; insanı miskinliğe sevk eden bir düşünce şekli değil, tabiat kanunlarını bilmeyi ve gereğini yerine getirmeyi gerekli kılan dinamik bir inanç dinamiğidir. "Sünnetullah" kavramım yorumlarken de bu noktaya temas eder.

Kur´an-ı Kerim´in bilim kitabı olmamasına rağmen, bilimsel bir konudaki hükmünün mutlak anlamda doğru olduğunu savunur. Siyasi anlamda "ittihad-ı İslam" fikrinde olan Babanzâde Ahmed Naim, İslam kardeşliğine zarar veren "asabiyye" kavramını analiz eder. Babanzâde Ahmed Naim; kendi içinde tutarlı, ilkelerine sonuna kadar bağlı, Doğu´yu ve Batı´yı bir arada değerlendirebilecek çapta bir düşünür olarak karşımızdadır. Osmanlının zor zamanlarında yaşamış ve en üst düzeyde vazifeler imal etmiş bu zat, gerek karakter ve ahlakıyla ve gerekse ilim ve irfanıyla dost düşman herkesin saygınlığını kazanabilmiştir. Zamane goşist hareketlerin hiçbirine iltifat etmemiş bu zat Jön Türklerin de, Jön Kürtlerin de temelsiz ve hazırlıksız faaliyetlerine bulaşmamıştır.

Osmanlının mahiyetini kavramak ve günümüzün etnisite, kimlik ve dil meselelerinin hepsine orijinal bakışlar yapabilmemizi sağlayacak bir terekeyi bize bırakan Babanzâde, mezarlıklarımızın bile kütüphane hükmünde olduğunun bir delilidir.

Kaynaklar
Öztürk, Ali, İmajoloji, Edim Yayınları, 2008, İstanbul.
Kara, İsmail, BİR FELSEFE DİLİ KURMAK, MODERN FELSEFE VE BİLİM TERİMLERİNİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ, II. BASIM, dergâh yayınları, 2005, İstanbul.
Ortaylı, İlber, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, 2006, İstanbul.
Ortaylı, İlber, Osmanlı Barışı, Timaş Yayınları, 2007, İstanbul.
Ortaylı, İlber, Üç Kıtada Osmanlılar, Timaş Yayınları, 2007, İstanbul.
Aydınkaya, Fırat, Kürt Aydınları Modernleşmeye Pozitivistçe Yaklaşıyor (Abbas Vali ile Söyleşi), Dipnot: Sosyal Bilim dergisi, s.1, sf. 43, İstanbul.
age. Aydınkaya, Fırat, Golgotha Tepesinden İnmenin Arifesinde Vicahiye Çevrilmiş “Kürt Modernleşmesi Eleştirisi”
age. Bruinessen, van Martin, Ahmedê Xanî’nin Mem u Zîn’i.
Tejel, Jordi, Sürgün ve Kürt Aydını, Dipnot, s.2, sf. 7, İstanbul.
age. İki Dünya Savaşı Arasında Kürt Entelijansiyası.
age. Mardin, Şerif, Tanzimat ve Aydınlar.
age. Bajalan, Rhys Djene, Osmanlı Devleti, Osmanlı-Kürt Aydın Sınıfı ve “Jön Kürtçülük” Akımı Üzerine.
age. Zinar, Zeynelabidin, Kürt Medresesi.
age. Temo, Selim, Türkçe’de Kürt Edebiyatı.
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Metinler, Kişiler: Hazırlayan İsmail Kara, Risale Yayınları, 1986
Osmanlı’dan Cumhuriyete İslam Alimleri, Vehbi Vakkasoğlu, Cihan Yay., 1987
Bir Kur’an Şairi, Mehmet Akif ve Kur’an Meali, Dücane Cündioğlu, Birun, 2000
Mehmet Akif, Eşref Edip, Sebilürreşad Neşriyatı, 1962, İst.
Osmanlı’dan Cumhuriyete İslam Alimleri, Vehbi Vakkasoğlu, Cihan Yay., 1987.
Düztepe, Sedat, BABANZADE AHMED NAİM(1872-1934).
Doç. Dr. Recep KILIÇ, BABANZADE AHMED NAİM´İN FELSEFI GÖRÜŞLERİ
Hadi Ensar CEYLAN BABANZADE AHMET NAİM, (1872–1934), 2007
Ahmet Murat Kaya İki Akif, 2008.
http://www.dinibilgiler.org).
http://www.yeniasya.com.tr/2003/03/18/yazarlar/sabandogen.htm
not: arşivimdeki bazı metinlerin kaynaklarına ulaşamadım.


Kaynak: http://www.degirmendergisi.com/makale.php?isl=oku&id=20

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder