20 Ağustos 2015 Perşembe

Çingiz Han

Bugün dahi Türk mü, Moğol mu tartışmalarının yapıldığı Çingiz Han gibi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük fatihlerinden birisine sahip olabilmek için pekçok millet can atıyor. Biz Türkler ise, bir kısmımız onu milli kahraman ilan ederken, bir bölümümüz de özellikle Müslüman dünyasına verdiği zarardan dolayı, ona lanetle bakıyoruz. Ama hakikat olan bir şey varsa, o Türk tarihinin bir parçasıdır ve bunu da kimse inkâra kalkışamaz. Onun Türklüğü ya da gayri- Türklüğü konusunda anlatılanlara baktığımızda, Türk diyenlerin de, olmadığı iddiasında bulunanların da kendilerince haklı düşünceleri vardır.
1240 tarihlerinde kaleme alınan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde, Çingiz Han’ın (1155-1227) şeceresi sayılırken, en eski ceddi Türk destanlarında olduğu gibi, bir bozkurta bağlanmakta ve Türk menşeli olduğu hakkında rivayetlerle desteklenmektedir. Dolayısıyla Çingiz Han’ın Türk olduğunun ileri sürülmesi bu yüzdendir.
Çingiz’in doğumuyla ilgili anlatılanları incelediğimizde; Türk ve Moğol boyları arasında devam eden mücadeleler sırasında, Kıyat-Börçegin sülalesinden Yesugey Bagatur, Merkitlerden Ulun-eke adında bir kadını kaçırmış ve bu hatun sonradan Çingiz’in anası olmuştur. Bu hadiseyi unutmayan Merkitler de 10 yıl sonra Yesugey’i öldürdüler. 9 yaşlarındayken yetim kalan Temuçin ve kardeşleri, rakipleri tarafından ortadan kaldırılmak istenmişler ve anaları onları çok zor şartlarda büyütmüştür. Bu kadının vaziyeti yüzyıllar önceki, Bilge ve Köl Tigin kardeşlerin annesi İl Bilge Katun’a benziyordu. Zamanla dostları ve ünü artan Temuçin’e 1196’da (veyahut da 1206) toplanan bir kurultayda Çingiz unvanı verilerek han seçildi.
Böylebir giriş yaptıktan sonra Çingiz’in ortaya çıktığı çağın özelliklerine de kısaca bakmakta fayda vardır. Bilindiği üzere 12. yüzyıl, tarihi açıdan Orta Asya’da tam bir keşmekeş dönemidir. Bu sırada güçlü devletlerin olmaması yüzünden (ki, biz burada Asya’nın batı kesimini, özellikle bugün Türkistan diye adlandırılan bölümü ayrı tutuyoruz), küçük kabile idarelerinin sayısının fazlalığı açıkça görülür. Çünkü Asya’da artık ne bir Hun, ne bir Kök Türk, ne de kısmen Uygur Devleti benzeri bir merkezi otorite etrafında ülkeleri ve toplulukları kendine bağlamış yönetimler yoktur. Mevcut teşekküllerden olan Kıtan, Tangut ve Cürcet devletlerinin varlıklarının bile esamesi okunmuyordu. Her nekadar Çingiz’in zuhuru sırasında, bu devletlere rastlıyorsak da, Kıtan ve Tangut tarihine baktığımızda, gerçek manada siyasi bir yapıya erişemedikleri gibi, millet olma düzeyine de gelememişlerdir. Yine bu esnada doğudaki Mançu- Moğol asıllı Cürcet Hanlığının uğraştığı saha Çin olup, zaten onlar da kısa bir süre sonra Çinlileşmişler, kendi akrabaları olan batıdaki halklarla yeterince ilgilenmedikleri bir yana, onlara çok hakir bir gözle bakmışlardır.
Tabiki bütün bu siyasi organizasyonlar ve toplulukların sosyal durumları ayrı ayrı araştırma konusudur. Ancak bizim yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve dikkate alınınca, Çingiz veya bir başka kişinin bu tablo içerisinden sıyrılıp, yükselmesinin de mukadder olduğu, kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü Orta Asya’nın Türk ve Moğol halklarının kendilerine bir kurtarıcı bulmaları gerekiyordu. Hele hele Türkler, binlerce yıl Asya’da efendi durumundayken Çinlilerin ve Kıtanların oyuncağı haline gelmişlerdi ve bu durum onları içten içe hiddetlendiriyordu. Türklerle, Moğollar uzun yıllar birlikte yaşamış olduklarından ve Moğolların epeyce Türk idaresinde kalmaları yüzünden, dil ve kültür bakımından Türklere fazlasıyla yaklaştıkları da ortadadır. Yeni bir liderin etrafında birleşmemeleri için hiçbir neden yoktu. Yani demek istediğimiz, tarihi şartlar zaten teşekkül etmişti. Bütün bunlar göz önüne alınınca, her yönden Moğollardan kalabalık olan Türkler; hem güneydeki Öngütler (Sha-tolar), hem de Turfan bölgesindeki Uygurlar uzak durmadı. Herkes bir an önce eski günlere dönmenin özlemini çekiyordu. Bozkırın en savaşçı kabilelerinden olan Öngütler, Çin’in iki yüzlü politikalarından ve sürekli kan kaybından bıktığı gibi, Uygurlar da Kıtan ve Tangut baskısıyla ve onların beceriksizlikleri sebebiyle bozulan ticari ilişkiler için Çingiz Han’ın yanında olmayı tasa etmediler. Elbette ki Çingiz de Türklere yeterince önem veriyordu. En büyük komutanı bir Tuva Türkü (Uranhay) olan Subutay’dı ve onu ordularının başına atadı. Askerlerinin muharip gücünü başta Öngütler olmak üzere, diğer Türk kabilelerinden oluşturdu ve çocuklarıyla, halkının eğitimini Türk muallimlerin eline bıraktı. Devlet idaresinde okuma-yazma bilen herkesten yararlanmakla beraber, bu işte özellikle Uygur danışmanlara çok güvendi
Bununla birlikte o hakimiyetini meşrulaştırana kadar yine birtakım sıkıntılar çekti. Özellikle Çingiz’in kan kardeşi Camuka ile olan mücadelesi çok renklidir. Neticede Çingiz, kendisine karşı ayaklanan Camuka’yı mağlup etmiş ve eski Türk adetince yayının kirişi ile boğularak öldürtülmüştür. Belki Çingiz, Camuka’nın ölmesini istemiyordu, ama bu cesur rakip bizzat kendisi idam edilmeyi diledi. Çünkü bağışlandığı takdirde, sürekli olarak Çingiz, onun yeniden baş kaldıracağı düşüncesini taşıyacaktı. Bütün düşmanlarını tek tek ortadan kaldırdıktan sonra 1206 Bars yılında Onan Nehrinin kaynağı mıntıkasında toplanan kurultayda, büyük kağan atanmasıyla hanlığın kurulması ve dış seferleri başladı. Devlet teşkilatının esaslarının tespit edildiği Yasaklar da (kanun), bu mecliste kararlaştırıldı. Elbette bu yasalar da durup dururken ortaya çıkmadı. Bunlar Türk sülaleleri ile toplumunun içinde yaşıyordu ve o zamanın şartlarında bir ihtiyaç olduğu için gündeme geldi. Kaynaklar, Çingiz Han’a izafe edilen bu toplum kurallarının, Çingiz Han ve karısı Börte tarafından küçük yaşlardan itibaren büyütülmüş bir Türk olan Şiki-Kutuku’nun eliyle metal levhalar üzerine kazındığını aktarmaktadır. 1206 kurultayında Çingiz, Şiki-Kutuku’ya şöyle emrediyordu: “Bize tabi olan insanları sınıflandır; keçe çadırlarla, tahta evlerde oturanları ayır. Kimsenin sözlerine karşı gelmesine izin verme. İnsanların içinde hırsızları temizle, yalancıyı kontrol et, ölümü hak edeni öldür, cezayı hak edeni cezalandır, sonra bütün halkla ilgili alınan kararları Kök Defter’e kaydet”.
Çingiz kısa sürede Nayman, Oyrat ve Kırgızları yendi (1206). Kuzey Çin’deki Kıtan ve Tangutlara karşı savaşarak (1211), Pekin’i ele geçirdi (1214). Generallerinden Muhali Sarı Irmağın kuzeyindeki bölgeleri zapt etmiş (1217), Doğu Türkistan’daki Uygurlar (1209), Yedi-su bölgesindeki Karlukların hükümdarı Arslan Han (1211) ve Almalık (Kulca) hükümdarı Bozar Çingiz Han’a gönüllü olarak katılmıştı. Yine komutanlarından Kurt Cebe Noyan, Cungarya ve Doğu Türkistan’ı geçerek Kaşgar ve Hotan üzerinden Pamir’e varmış; Çingiz’in ikinci oğlu Çagatay İrtiş’ten hareket edip, Baykal Gölünün kuzeyinden ilerlemiş; büyük oğlu Cuci, Kaşgar, Oş ve Hokand üzerinden Maveraünnehir’e ulaşmıştı (1217).
Bu arada bozkırda hüküm süren Harezmşahlar hanedanlığı da mühim bir kuvvet olarak göze batıyordu. Çingiz her zaman devletini ve milletini düşünen bir devlet adamı olarak belirirken, Harezmşah Muhammed de tutarsız tavırlarıyla o çağda dikkati çekiyordu. Her şeye rağmen Çingiz Han ile aralarında bir barış andlaşması söz konusu olduğu için kendisini güven içerisinde hissediyordu. Bu sırada Sır Derya üzerinde bulunan Otrar şehrine 1218 yılında, Çingiz Han’dan gelen bir kervan mallar getirmişti. Söylendiğine göre, kervancıların arasında Çingiz Han’ın casusları da bulunuyordu. Hiç soruşturma yapılmadan ve Harezmşah’a haber verilmeden dörtyüzelli kişilik kervanın mallarını Harezm’in Otrar valisi yağmalattı ve tüccarları da öldürttü. Çingiz Han, Sultan Muhammed’e tazminat istemek için üç elçi gönderdi. Bunlardan biri Türk, ikisi Moğol idi. Sultan Muhammed, İslam adına Türk elçinin kafasını vurdurduğu gibi, Moğolları da azarlayarak ve sakallarını keserek, geriye gönderdi. Neticede iki devlet arasında savaş çıkması kaçınılmaz oldu. Çingiz Han, ordusu ile bütün Sır Derya boyunu ele geçirdi. Otrar şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. Yakalanan valinin göz ve kulaklarına eritilmiş gümüş dökülerek, infaz olundu. Çingiz önünde tutunamayan Alaaddin Muhammed, Hazar Denizi üzerindeki adalardan birine sığınmış, bir süre sonra da hastalanarak ölmüştür (1220).
Kudbeddin’in oğlu Celaleddin de onun önünde bir varlık gösteremedi. Bu vesileyle kaynaklarda şöyle ilginç bir nota rastlamaktayız: Celaleddin Harzemşah 1220 yılında, Çingiz Han’la Hindistan’da bir harp yapmıştır. Moğollarla gün boyu yapılan çarpışmada yorgun düşmesine rağmen, halâ mücadeleyi bırakmamıştı. Çingiz Han da onu mutlaka sağ ele geçirmeyi arzuluyordu. Tam yakalanacağı sırada henüz dinç olan bir atın üzerine bindi, giydiği zırhları da atarak, İndus Nehrine bu atı sürüp, karşı kıyıya çıktı ve kurtuldu. Celaleddin, bu atı Tiflis’in fethine kadar (1226) yanından hiç ayırmadı ve üstüne hiç binmedi. Bu at benim hayatımı kurtardı diyerek, ona büyük bir saygı gösterdi.
Daha sonra Çingiz’in küçük oğlu Tuluy güney-batıdan yürüyerek Merv’i aldı (1221), Tebriz ve Tiflis üzerinden Kafkasya’yı geçti ve Dneper’e kadar ulaştı (1222). İran’ın zaptı tamamlandıktan sonra, güney orduları Anadolu’nun içerilerine kadar sokuldular. Çingiz’in kendisi de Hindukuş’u aşarak (1221), İndus yakınlarında Harezmlilerin geri kalanlarını dağıtıp; Pencap’ı istila etti (1222). Fakat o, güney Çin’deki karışıklıklar yüzünden geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Tangut seferi sırasında attan düşerek yaralandı ve 1227 Domuz yılında öldü.
Çingiz’in zuhurundan sonra, Türk boylarının bir kısmı barış yolu ile bir kısmı da savaş neticesinde ona tabi oldular. Sayı bakımından devlet içerisinde azınlığa düşen ve kültür bakımından Türklere nazaran aşağı seviyede olan Moğolların mühim bir kısmı zamanla İslamiyeti kabul ederek Türkleşmiş, kalanları da Moğolistan’a dönmüştür.
Çingiz Han ölmeden önce, üçüncü oğlu Ögedey’in han olmasını istemiştir. O, 1228’de toplanan kurultayda Çingiz’in vasiyetine uyularak han seçildi. Ögedeyi kardeşi Çagatay tahta oturttu. Onun zamanında Kore toprakları da Türk-Moğol hanedanlığı sınırlarına katıldı. Çin tamamıyla itaata alındı ve 1237-1241 arasında ise, Rusya ile Doğu Avrupa toprakları Çingiz Devletine tabi oldu.
Savaşçılık kadar bilime de önem veren Çingiz Han, oğullarının terbiyesi için Uygur muallimleri görevlendirmiş, dolayısıyla başlangıçtan itibaren Moğollar arasında Türk töresi ve dili yayılmış idi. 1206’daki kurultayda Türk töresini ve yasasını uygulayacağına dair and içmişti ki, onun ölümünden günümüze kadar bu yasa ve töreler geçerliliğini korumuştur. Adam kullanmasını ve devlet idaresini çok iyi bilen Çingiz Han, askerleri arasında vatan ve millet sevgisini uyandırarak milliyeçiliği alevlendirmiştir.
Hernekadar dünyanın en otoriter hükümdarı olarak görünse de, her savaştan önce mutlaka kurultay toplardı. Çingiz’in fetihlerinde en önemli rolleri onun büyük komutanları durumundaki Cebe Noyan, Subutay, ve Bugurcu üstleniyorlardı. Cebe tıpkı daha önceki atalarının yaptığı gibi Çin Seddi’ni geçerek, bu ülkeyi yağmaladı. Çingiz, harp planlarında komutanlarının sözlerini her zaman dinledi. Bütün bunlar onun büyük bir devlet adamı olduğunu göstermeye yeter.
Yüce amaçları olan bu devlet adamının vefatından sonra, oğulları ve torunları mirasını layıkıyla koruyup, sürdüremediler. Bu yüzden koskoca Türk-Moğol Devleti de günden-güne çöktü. Çingiz Han’ın çok önceden tahmin ettiği gibi, bozkır avcılarının torunları ihtişamın ortasında, yerleşik hayatın zevk ve sefasının içinde varlıklarının sebebini unuttular. Ama olan, kalabalık bir Türk toplumu ile bir avuç Moğol’a oluyordu. Son bir defa Mengü Kağan bu kötü gidişe tepki göstererek, eski sadeliğe geri dönmek istemişti, ama ömrü yetmedi. Kubilay Kağan da hanedanını kesin bir şekilde Çinlileşmeye, yerleşik hayatın nimetlerine alıştırmaya yöneltti. Onlar, artık tarihteki Türk-Moğol kudretini koruyamayacak kadar kendi benliklerini yitirdiler. Saray hayatı, zevk ve eğlencenin aşırılığı ile çok fazla gevşediler. Etraflarını saran kadınlar ve Çinli devlet adamları yüzünden, dış dünyadan koptular ve ne olup-bittiğini anlayamadılar.
Bütün bunlardan sonra bakış açısına ve sosyal olayların neticesine göre Çingiz Han, zaman zaman göklere çıkarıldığı gibi, bazan da yerin dibine batırılmaya çalışılsa da, gerçek olan bir şey var, o da; dünyanın sonuna kadar yaptıkları ve yapmadıklarıyla adı unutulmayacak bir şahsiyettir.
Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
Alıntı Kaynağı: Orkun, Sayı 92, İstanbul 2005, “Türk Tarihinin Kahramanları: 33- Çingiz Han”



Cengiz Han Moğol mu yoksa Türk mü tartışmalarıyla ilgili....

Cengiz Han'ın ırk kökeni hakkında yapılan incelemeler sonucu çeşitli görüşlere varılmıştır.Bu görüşlerin en geçerli olanına göre Cengiz Han, Türk'tür. Bunun kanıtları olarak şunlar gösterilebilir:

1. Cengiz Han, Moğolca ile birlikte Türkçe de konuşmakta idi.

2. Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanımlamıştır.

3. Cegiz Han'ın soyu Çinliler'ce ''Şa-To'' adı verilen Türkler'e dayanır ki bu Türkler, Kök-Türkler'in devamıdır.

4. Cengiz Han, (3. maddeye bağlı olarak) tıpkı Kök-Türk kaganları gibi kumral ve açık renk gözlüdür.

5. Efsaneler, Cengiz Han'ın soyunu (tıpkı Türkler'in Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi) Bozkurt'a bağlar. Eğer Cengiz Han Moğol olsa idi efsaneler onun soyunu kurda değil köpeğe bağlardı; çünkü Moğol geleneğinde kurt değil köpek önemlidir ve Moğol kültüründe Cengiz Han'dan önce kurt önem taşımamaktadır.

6. Cengiz Han, bugünkü Afganistan'da kendisini ziyeret eden Kadı Vahideddin Fuşanci'ye ''Peygamberimiz Hz.Muhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz; acaba benim ortaya çıkışım için ne demiş ?'' diye somuş; kadı da ''Uturkû al-Turka mâ tarakûkum, yani Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız'' demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz Han da bunun çok bilgece bir söz olduğunu söyleyerek kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir.

7. Bir Arap, Cengiz Han'ın oğlu Ögedey Kağan'a, babasını düşünde gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögedey Kağan ona ''Babam bunu sana hangi dille anlattı'' diye sormuş. O da Arapça anlattı deyince Ögedey, babasının Türkçe ve Moğolca'dan başka bir dil bilmediğini söylemiştir. Sonuç olarak Cengiz Han, Türk soyundan gelir. Fakat Türk ve Moğollar'ca ortak olarak hükümdar kabul edilmiş ve saygı duyulmuş bir kişidir.

CENGİZ HAN ve BOZKURT

''Moğollar'ın Gizli Tarihi'' adlı eski eser, Cengiz Han'ın soyu hakkında şunları söyler: ''Cengiz Han'ın kökeni, yücelerdeki göğün takdiri ile doğmuş ''Börteçine (Gökkurt, Bozkurt) idi.''
Bu açıkça, Türk Bozkurt Destanı'nın moğollaştırılmış halidir. Fakat burada önemli olan, Cengiz Han'ın tıpkı Eski Türk kaganları gibi, Bozkurt'a bağlanmak istenilmesidir. Türkler'de, önemli şahsiyetler ile Bozkurt arasında bir ilişki kurmak gelenektir. Ve bu gelenek Cengiz Han'la birlikte, Türkler'den Moğollar'a da sirayet etmiştir.

***********

Cengiz Han büyük bir Türk Başbuğudur.Türk'ün kutlu ülküsü TURAN'ı gerçekleştirmiştir.

Nihal ATSIZ ATA'dan alıntı yapıyorum.

"ÇENGİZ HAN" VE "AKSAK TEMİR BEK" HAKKINDA

Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman'la Şarlken'i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir'den "mahlûkat" diye bahsederek onların sarı "Moğol" ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. "Hun - Türk münasebetleri" adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).

2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar'a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen "Otuz Tatar" ve "Dokuz Tatar" adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar'la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar'ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar'dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.

3- Fakat Çengiz'in "Moğol" topluluğu etnik değil, tıpkı "Osmanlı" tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.

4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar'ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.

5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, "Tatar" kelimesini Türkler'le Moğollar'ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.

6- Türkler'in kendileri de "Tatar"ı Türkler'in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe'siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah'la birlikte Anadolu'ya gelen Türkleri "elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi" olarak kaydeder.

7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843'te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye'de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk'e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri'ni veya Tatarlar'ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.

8- Türkler'le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk'tü. Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur. Çengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.

Çengiz'in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz'in oğullarından Çağatay ve Ögedey'in adlarından gözükmektedir. "Çağa" ve "Öge" bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.

9- Aksak Temir Bek'in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir'in Türklüğüne engel değildir. Temir'in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir'in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir'in anadili de Türkçe'dir.

10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114'te, yani daha Çengiz'in ve Moğollar'ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî'nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:

"O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur."

* * *

"Türk"' neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar."

* * *

"Su'dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir" (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)

11- Oğuzlar'ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes'ûdî'nin kaydıdır. Mes'ûdî "Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır." demektedir. Genellikle Oğuzlar'ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri'nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.

12- Aksak Temir'in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.

13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin'e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin'in veya Gök Türkler'in de "Moğol" olduğu iddia edilemez.

14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden "Dih Hudây Ebu'l-Ma-âlîyi'r Râzi" Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: "Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur."

Buradaki Çin'den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar'ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.

15- Bugün özellikle "Tatar" denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk'ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.

Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek'i Türk'ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.

Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.

Türkler'den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.


(1) "Su'dâ", Zemahşerî'nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.

Nihal ATSIZ
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 � 32

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder